Nedim Kaya
Yabancı yazarları beğendiğimi söylemem yabancı hayranlığından değil; birincisi yabancı kitaplar arasından genellikle yeterli ilgiyi hak edenler Türkçeye kazandırılmakta ikincisi ise son zamanlarda batıda okuyucu memnuniyeti merkezli kitap yazımına ağırlık verilmektedir. Artık okuyucu yazarın durup dururken sırf mutfağındaki malzeme zenginliğini ispatlamak istercesine cafcaflı cümleler kurmasına tahammül etmemektedir. Sadede çabucak gelen yazar makbuldür.
Okumayı oldum olası severim hatta okumayı çok sevdiğim için bir çok defa tren yolculuğunu uçağa tercih etmişliğim vardır. Hava alanlarında uçak beklerken okumak da tercihlerim arasında ikinci sırada. Başkalarından tavsiye almanın en faydalı olduğu iki konunun kitap ve film olduğu kanaatindeyim. Film konusunda geçen yıl iddiasız bir şekilde ve sınırlı sayıda sinemada neredeyse reklam yapmadan gösterime girdiği halde seyirci reklamı ile 4 milyon izleyiciye ulaşan “Babam ve Oğlum” filmini hatırlatıp kitap konusuna geçeyim. İleride bir sayıda sevdiğimiz filmler konusunda da bir yazı karalarız inşallah; tabi okurdan böyle bir talep geldiğine dair işaretler alırsak...
Kitap okumak film seyretmek gibi değildir, bir kaç gününüzü harcadıktan sonra anlamsız biten bir son sizi yazara karşı nefret hisleri ile doldurabilir, bu kadar zamanınıza mal olduğu için ondan manevi tazminat talebinde bulunmak istersiniz. Belki dikkatinizi çekmiştir, son yıllarda Sultanahmet’teki kitap fuarında bir çok muhafazakar yayınevinin batı edebiyatı klasiklerini takım takım tercüme edip satıyor. O takımların birini alma gafletinde bulundum ve sonuç; Dostoyevskinin “Suç ve Cezası”nı okumakla suçumun ve cezamın ne olduğunu anlamam bir oldu. Bilmediğin yayınevinin ucuza mal etmek için korsan tercümana yazdırıp korsan baskı ile üretip ucuza sattığı kitabı almayacaksın, almışsan bari takım almayacaksın. Bütün bu hataları yaptıysan bir dahaki fuara gidip o yayınevi sahibini bulacak ve terbiye kurallarını hiçe sayarak yüzüne okkalı bir tükürük fırlatacaksın. Daha da arsızsan göğsüne “bu kitapları almayın, zamanınızı boşa harcarsınız” yazan bir pankart basıp yayınevinin önüne oturacaksın. Merak etme seni mahkeme edemez hatta etmesi için kışkırtacaksın yine edemeyecek. Okuru bu derece enayi yerine koyan bir yayınevini hiç bir hakim beraat ettiremez. Yüreğim o kadar dolu ki gelecek fuarda bu dediklerimi yapmak konusunda epey arzuluyum, bakalım arkamdan kaç adet “Genç” okuru gelecek. Gelecekseniz ses verin, beni Timur’un huzuruna giden Nasrettin Hoca gibi yalnız bırakacaksanız peşinen söyleyeyim ben yine de varım.
İkinci hazzetmediğim konu ise kötü lokanta aşçıları gibi özensiz emeksiz ve araştırmasız, masabaşında karaladıkları sayfaları bize yutturmaya çalışanlar. Bu grupta daha önce gazete köşelerinde yazdıkları yazıları kitap halinde ısıtıp tekrar sunanlar liderliği elinde tutsa da maalesef Türk yazarlarının yüzde doksanı bu kategoriye girmektedir. Belki Aziz Nesin gibi oranda yanılmış olsam da abarttığım için değil eksik söylediğim içindir. Her hafta sonu gittiğim büyük alışveriş merkezlerindeki kitapçılarda beyhude ve ümitsiz geçen saatlerden sonra hep elimde bir kaç yabancı yazara ait kitap ve birkaç yerli dergi ile dönerim. Eğer o raflardaki geyik muhabbetleri kitap ise Ali Köse’nin yazmak için İngiltere’ye gidip onlarca mühtedinin soyunu, sopunu, geçmişini, ailevi hayatını delik deşik ettikten ve muhtemelen yıllarını harcadıktan sonra yazdığına ne diyeceğiz?
Yabancı yazarları beğendiğimi söylemem yabancı hayranlığından değil; birincisi yabancı kitaplar arasından genellikle yeterli ilgiyi hak edenler Türkçeye kazandırılmakta ikincisi ise son zamanlarda batıda okuyucu memnuniyeti merkezli kitap yazımına ağırlık verilmektedir. Artık okuyucu yazarın durup dururken sırf mutfağındaki malzeme zenginliğini ispatlamak istercesine cafcaflı cümleler kurmasına tahammül etmemektedir. Sadede çabucak gelen yazar makbuldür. Metrodaki dilencisine bile bir hüneri varsa yardım eden batı toplumu yazardan da hüner beklemektedir. Da Vinci Code kitabı ile yüz milyonlarca dolarlık servete konan Don Brown’ un başarısını tesadüfe bağlayan varsa onun bu kitaptan önce yazdığı “Melekler ve Şeytanlar” kitabına bir göz atsın. Hazmedilmiş seviyede din bilgisi, bilimsel bilgi, sanat tarihi, tarih ve sosyoloji bilmeden yazılamayacağını anlamamak için bu kitabı okumamış olmak gerekir. Yakınlarda henüz maalesef Türkçeye çevrilmemiş “The Looming Tower” -her halde “silik kuleler” veya “silüet kuleler” diye çevirmek yerinde olacak- adlı bir kitap okudum. Başından bugüne kadar İslami hareketleri özellikle de batının başına bela olarak gördüğü İran devrimi, İhvan-ül Müslimin, El Kaide gibi hareketleri irdeleyen bir kitap. İslam aleminin bir ferdi olmadan bu kadar derin bilgi ve analize ulaşmak - kendi perspektifi için kullansa da- insana sadece “bizde neden böylesi yok” babından teessüf hisleri uyandırıyor. “Yoldaki İşaretler”i bu yazardan daha derin kaç müslüman okumuş olabilir veya Seyyid Kutub’u, Humeyni’yi ondan daha derin kim incelemiş olabilir, merak ediyorum.
Yeri geldikçe okuduğum kitaplardan ilginç bulduğum tespitleri sizinle paylaşmaya çalışacağım. O zamana kadar ilgilenen arkadaşlara camazer@yahoo.com mail adresinden kitap ve film tavsiyesinde bulunup tavsiye almaya açık olacağımı belirtmekle yetineyim.