Mehmet Ali Arıcı
2. Dünya Savaşı’ndan sonra 150’nin üzerinde savaş çıkmış ve 4 trilyon para kaybının yanında 28 milyon insan hayatını kaybetmiş. Ölenlerden 2 milyonu çocuk ve 5 milyon çocuk bu savaşlarda sakat kalmış. Toplam 543 milyon insan göçe zorlanmış. 10 milyon çocuksa hala savaşla ilgili travma geçiriyor. Bu gerçeğin yanında, bahsedilen ölümcül sanayi- silah ve silah geliştirme endüstrisinde 500 bini bilim adamı 15 milyon kişi çalışıyor. Kişi başına 1.8 ton patlayıcı düşen dünyamızda 350 nükleer reaktör radyasyon ve nükleer atık bırakıyor...
1 Eylül Dünya Barış Günü. Nazi lideri Hitler’in Polonya’ya girdiği ve 2. Dünya Savaşı’nın patlak verdiği o kayda değer gün. Yıllık takvimlerin her bir yaprağına ‘kondurma’ bir anlam yüklemek kimlerin işi bilinmez ama o günün işlerliğinin ‘yaprağını aşması’ – en azından Dünya Barış Günü için- oldukça zor görünüyor. Benim bu günle ilgili aklımda kalan tek şey; 1Eylül’ün yaz tatiline denk gelmesi ve edebiyat hocamın olası bir ‘günün anlam ve ehemmiyetini anlatan kompozisyon’ ödevinden beni yoksun bırakmış olmasıydı. Ancak şimdi mevzubahis ‘an itibariyle’ gezegenimizin en hasret olduğu şey olunca insanlığın bu 24 saatten ayrı bir beklentisi oluşuyor. Açıktan bir hokus pokus beklemesek de yazılı ve görsel medyada en azından barışa bir nebze çare bakınanları arıyor gözlerimiz.
Genel itibariyle bu günde, ana haber bülteni çerçevesinde Ebu Gureyp, Guantanamo, Srebrenitza ve Grozni haberlerinden, yol düzeltir gibi sokakları dolaşan tanker görüntülerinden ve ölümcül sanayi istatistiklerinden sonra abartısız 5 dakika(!) silahsızlanma, küresel güvenlik, ekonomik ve sosyal adalet gibi ‘insan merkezli’ ve bir o kadar da ‘pozitif’ muhtevalı konulardan dem vuruluyor. Bu pozitif kavramların yanında öne çıkan bir tanesi daha var ki ‘‘Dünya Barış Günü’’ tek başına onu akla getirmeye muktedir. Evet bildiniz. Bu şey, adına özgürleştirme ve demokratikleştirmelerin bolca yapıldığı, her türlü şerre ve mendeburluğa adının maske edildiği “Dünya barışı”. Bu söylemin inanırlığının güçleşmesi ve pek samimi durmaması kanımca bu ‘şey’i dillendirenlerin, bütçelerinin önemli bir kısmını transasyonel tekellere ve savaş bütçelerine aktaran ülkeler olmasından ileri geliyor. Her ne kadar “barış herkesin işidir” dense de barış tellallığına soyunanların genelde kan ve petrol ikileminde kalmaları bu tabire artık içi boş bir fotoğraf kazandırmış. Peki bu nasıl başarılmış?
2. Dünya Savaşı’ndan sonra 150’nin üzerinde savaş çıkmış ve 4 trilyon para kaybının yanında 28 milyon insan hayatını kaybetmiş. Ölenlerden 2 milyonu çocuk ve 5 milyon çocuk bu savaşlarda sakat kalmış. Toplam 543 milyon insan göçe zorlanmış. 10 milyon çocuksa hala savaşla ilgili travma geçiriyor. Bu gerçeğin yanında, bahsedilen ölümcül sanayi- silah ve silah geliştirme endüstrisinde 500 bini bilim adamı 15 milyon kişi çalışıyor. Kişi başına 1.8 ton patlayıcı düşen dünyamızda 350 nükleer reaktör radyasyon ve nükleer atık bırakıyor... Yanisi dünya kamuoyu ahmak yerine konuluyor. Yanisi, ne yapılsın artık, izahı olmayan şeyin mizahı yapılıyor. Yanisi tehlike yanı başımızda, ve çanlar bizim için çalıyor. Yanisi hiçbir şey artık ‘‘eski günlerdeki gibi’’ değil ve mazideki gibi barışın bir mihmandarı,huzurun teminatçıları yok.Hoşgörüsüzlüğün had safhasında listedeki sırası gelmiş isim olma ihtimalimiz büyük…
1 Eylül, insanlık için hayat kadar elzem bir olguyu tek bir tarihte konuşturarak kanaatimce onu biraz o güne sıkıştırıyor, hapsediyor. Neden böyle gereksiz bir takvimleştirme çabası var çözemiyorum ama, belki de, Yılmaz Onay’ın dediği gibi her şey plastik bir işporta çiçeği gibi al gülüm ver gülüm basitliğinde olup gidiyor işte. Ya da belki de bu gün sadece, işlerini kanun namına yapa gelen eşkıyaların seyir defterlerine düşülmüş bir dipnot, takvimlere basılan 24 saatlik bir numaradır. Kim bilir?!