İnsanların hepsi, ortak bir korku yaşamanın verdiği birlik hissi içerisinde kenetlenmişti. Bir apartman sahibi olan fabrikatörle, gecekonduda yaşayan garibanın aynı sırada ekmek dağıtılmasını beklediğini gördü Mehmet. Gün doğarken dehşetin yarattığı görüntü kareleri sayesinde ürperti de büyümeye başlıyordu. İnsanlar resmen şehirden canlarını kaçırıyorlardı. Telefonlar çekmiyordu, elektrikler kesilmişti, sanki bütün Marmara kapkaranlıktı.
Arkasından her hal-ü kârda bir sarsıntı geleciğini haber veren bir gümbürtüye açtı gözlerini. Karanlık sürüyordu. Gözlerini açıp açmadığını anlamaya çalışırken, bütün yeryüzünün sarsıldığını hissetti. Yarım saat öncesine kadar balkonundan kadeh sesleri ve şarkılar yükselen yandaki evden şimdi tekbir nidalarının gelmesini garipseyecek durumda değildi. Sarsıntı ve karanlık çok şiddetliydi ve ikisi de duracağa benzemiyordu. Bu anda insanın aklından geçen görüntüler bir film şeridi gibi olmuyordu. Zamana ve süreğenliğe değmiyordu akıldan geçen görüntüler, üzgünlük, özlem ve sona doğru gidiş duygusu. İnsanın boşlukta oluşu bu olmalıydı, tam olarak bir boşluk. Evin kirişleri çatırdıyordu. Dolaplardaki tabakların dökülüş sesleri tekbir seslerine karıştıkça dehşet denilen şeyin ne olduğunu anlamaya tam olarak yaklaşıyordu çocuk. Yatağının üzerinde hafifçe doğruldu. Yan odadan babası gelecek ve onu kolundan tutup dışarıya çıkaracaktı. Fakat bir türlü gelmiyordu, her saniye olabilecek en uzun sürede geçiyordu. Etraftaki bütün evlerden gittikçe artarak tekbir sesleri yükselmeye başladı. Babası geldi, “hadi oğlum gel” derken, sesindeki titreme dikkatini çekti çocuğun, babaların sesi titremezdi çünkü. Artık olanların “büyük” şeyler olduğundan emin olmasını sağladı bu ses. Babası Mehmet’e annesini ve ablasını alıp aşağı yoldaki büyük meydana çıkmalarını söyledi. Sarsıntı durmamıştı ve henüz saatlerce de durmayacaktı. Babası apartmanın merdivenlerini çıkmaya başladı. En üst katta gözleri görmeyen dedesi oturuyordu Mehmet’in. Babası onu almaya çıkıyordu şimdi. Mehmet de babasının arkasından çıktı. İnsanın hayatında, sonradan düşünmeye bile cesaret edemediği şeyleri yaptığından bile haberdar olmadan yaptığı anlar vardır…
Kapıdan içeri girdiler. Dedesi oturma odasında, bastonuna dayanmış, koltuğun ucunda, sükûn içerisinde gözlerini kapamış, karalığın içindeki bir siluet olarak oturuyordu. Mehmet bu manzarayı görünce ürperdi. Babasıyla birlikte hızla dedesinin yanına yürüdüler. Otuz saniye kadar önce duran sarsıntı büyük büyük gümbürtüler içerisinde yeniden yaklaşıyordu. Sanki yerkürenin altında bir kaynama vardı. Babası dedesinin kolundan hafifçe tutup çekmeye yeltenerek; “hadi baba, kaçalım!” dedi. Elindeki tespihte gezinen parmakları durdu dedenin, “kimden kime kaçıyorsun oğul!”… Mehmet’in babası ne yapacağını düşünürken dedesi devam etti; “yatak odasından buraya geldim, on adım kaçmak sünnettir, ben görevimi yaptım…” Gözleri görmeyen birinin bu dehşeti çok daha büyük ölçüde yaşaması, onu tamamıyla, bu dehşeti yollayana sığınmaya mecbur etmişti. Şimdi hep beraber oturup depremin tamamen bitmesini bekleyeceklerdi…
Bakkalda, sokakta, parkta karşılaştığı mahalle sakinlerinin gözlerinde hiç görmediği bir ifade vardı. Çocuk, olanların dehşetini tam manasıyla, henüz kimsenin fark edemeyecek durumda olduğunun farkındaydı. Bu korkuyu ancak öte dünyadan gelen bir şey sağlayabilirdi. Ara ara gelen artçı şoklar, bütün kalabalığın dalga dalga titremesini sağlıyordu. Mehmet’in gözleri bu kalabalığın içinde dedesine takıldı. Görmeyen gözlerini kapamış, yüzüne, bu topluluğa hiç de uymayan bir sükûn yerleşmişti. Mehmet’in bakışları gözlerinden aşağı, dedenin ağzına doğru indi. Dudaklarının devamlı, döngü içerisinde aynı kelimeyi tekrarlayarak kıpırdadığını fark etti. Dikkatini dedesinin dudaklarında topladı. Sonra bu korkuyu kimin yolladığını hatırlamasını sağlayacak bir kelimeye ulaştı; Allah… Allah… Allah…
Saat beş olmuştu. Depremden beri iki saat geçmişti. Yerküre durmak bilmiyordu. Gökyüzündeki yıldızlar, şehrin ışıkları sönük olduğu için Marmara Bölgesindeki insanlığa adeta resital yapıyorlardı. İzmit’in bu tepe mahallesinden görülen Tüpraş, cayır cayır yandıkça herkesin korkusu daha da artıyordu. Mahalle camisinin minaresi yıkıldığı için, cami kullanılır durumda değildi pek. Bu yüzden mahallenin hocası kalabalığın içinde ezan okumaya başladı. Çocuk, cumaya bile gitmediğini bildiği birçok kişinin, şimdi, burada ezanı dinlerken gözünden süzülen damlaları görüyordu. O gece herkes “gerçekten” namaz kılacaktı…
İnsanların hepsi, ortak bir korku yaşamanın verdiği birlik hissi içerisinde kenetlenmişti. Bir apartman sahibi olan fabrikatörle, gecekonduda yaşayan garibanın aynı sırada ekmek dağıtılmasını beklediğini gördü Mehmet. Gün doğarken dehşetin yarattığı görüntü kareleri sayesinde ürperti de büyümeye başlıyordu. İnsanlar resmen şehirden canlarını kaçırıyorlardı. Telefonlar çekmiyordu, elektrikler kesilmişti, sanki bütün Marmara kapkaranlıktı. Bu dehşet verici olayın, süren karanlık sayesinde örtüldüğü belliydi. Her artçı şokta meydandan tekbirler yükseliyordu göğe, titreyen, telaşlı, çaresiz seslerle. İnsanlar bir şeyleri hatırlıyor gibiydi şimdi. İnsanlar bir şeyleri hatırlamanın gerekli olduğu hatırlıyordu. İnsanlar nisyana düştüklerini hatırlıyordu. İnsanlar yaratıcıyı, insanlar yaratılmışlıklarını, insanlar Allah’ı hatırlıyordu. İnsan denilen varlığın unutmak yetisiyle yaşamını sürdürdüğü belliydi. Herkesin, hep beraber bildiği, bilip de sustuğu, çünkü üzerinde konuşmayacak kadar ondan emin olduğu bir gerçek vardı ortada kaskatı. Unutmak diye bir özelliğe sahip olduklarını hatırlıyordu insanlar şimdi. Ne kadar çok unuttuklarını hatırlıyorlardı, yeniden unutmak için…
Şimdi, sekiz yıl sonra bunu yazıyorsam, unuttuğunuzu hatırladığımdandır…