Benlik ve iddiâ, insanın, ilâhî kudret karşısında kibirlenmesidir. Yani büyük bir sahrada bir kum tanesi bile değilken, bu mevkîini unutarak elindeki, Allâh`ın ihsan ettiği birtakım emânet imkânlara aldanmak sûretiyle kendisini büyük görmesi ve kibirlenmesidir. Kibir ise, hiç şüphesiz insana, onu olduğundan daha güçlü, hünerli ve kabiliyetli gösterir. Oysa mahlûkâtta ne kadar güç varsa, Cenâb-ı Hakk`ın ihsân ettiği güç değil midir? Bu hakîkati idrâk edemeyenlere çok yazık!
Benlik ve iddiâ, rûhânî hayâtın kanseri olduğundan insan; boyundan büyük işler görmeye kalkışarak kendini başkalarından üstün görmemelidir. Aksine mütevâzi, sabırlı, acziyetini idrak ederek kâmil bir insan olma yolunda gayretli olmalıdır.
Eğer gurur, kibir ve benliğinin esiri olursa Hazret-i Mevlânâ`nın Mesnevî`sinde anlattığı şu hikâyedeki fâreyle devenin durumuna düşmekten kendisini kurtaramaz:
Küçük bir fâre kocaman bir devenin yularını kapıp eline almış, kasıla kasıla gidiyordu. Deve, karakteri ve uysal tabiatı yüzünden onunla yol alıp giderken fâre, kendi küçüklüğünü görmeyip:
"- Meğer ben ne müthiş bir pehlivanmışım, develeri sürükleyebilecek bir yiğitmişim!" diye böbürleniyordu.
Gide gide bir nehrin kenarına geldiler. Nehri gören fare, kibrinin şaşkınlığı içinde donup kaldı. Onun kibrinin farkında olan deve ise, mânidar bir şekilde:
"- Ey dağda, ovada bana arkadaşlık eden! Neden durdun? Neden böyle şaşırıp kaldın? Haydi, yiğitçe nehrin içine gir. Sen benim kılavuzum, öncüm değil misin? Yol ortasında böyle şaşırıp kalmak, sana yaraşır mı?" dedi.
Mahcup düşen fâre, kekeleyerek şöyle cevap verdi:
"-Arkadaş! Bu su pek derin; boğulurum diye korkuyorum."
Deve suyun içine girip:
"- Ey kör fâre! Su diz boyu imiş, korkmana gerek yok!" dedi.
Fâre çaresiz ve mahcup itirafına devam etti:
"- Ey hünerli deve! Nehir sana göre karınca, bize göre de ejderha gibidir. Çünkü dizden dize fark vardır. Benim dizim gibi yüz tanesini üst üste koysak ancak senin bir dizin eder."
Bunun üzerine akıllı deve, fâreye şu nasîhatte bulundu:
"- Öyleyse, gurur ve kibire aldanıp bir daha terbiyesizlik etmeye kalkma; haddini bil! Sana olan hoş görü ve müsâmahama kapılıp şımarma; çünkü Allâh, şımaranları sevmez!..
Var git; sen, kendin gibi fârelerle boy ölçüş!"
Artık iyiden iyiye gerçeği anlayıp utanmış bulunan fâre:
"- Tevbe ettim, pişman oldum. Allah için olsun şu öldürücü ve boğucu sudan beni geçir!" diye yalvardı.
Bu yalvarmalar karşısında deve, yine merhamet edip ona acıdı da:
"- Haydi! Sıçra da hörgücümün üstüne çık, otur! Bu sudan geçmek veya başkalarını geçirmek benim işimdir. Zîrâ vazîfem, senin gibi yüz binlerce âcize hizmetten ibarettir." dedi ve fareyi nehrin öbür tarafına geçirdi.
Hazret-i Mevlânâ`nın Mesnevî`de anlattığı bu hikâyede fâre; başından büyük işler görmeye kalkışan, kendini başkalarından üstün gören, böbürlenen bir kişinin sembolüdür. Deve ise sabırlı, tecrübeli, hünerli ve kâmil bir insanın remzidir.
Hikâyede geçen fârenin deve karşısında şımarması, onun kendi cüceliğinden habersiz oluşundandır. Nitekim fare kendini bilince, devenin gücünü de idrâk etmiştir. Ona teslim olmuş ve kurtuluşa ermiştir. İşte insan da tıpkı bu misaldeki gibidir. Yani insan nefsinin kibir ve gurur bataklığında gezerde eğer Rabbine kulluk etmezse, kendisinden haberdar değildir, âdetâ ilâhî azamet karşısında bir körebe oyununun içindedir, demektir.
Onun için en mühim mesele; kendimizi bilmek, aczimizi itiraf etmek ve böylece Rabbimizi tanımaktır...