Uçaktayız. Rötarlı bir kalkış ile İstanbul’dan Cidde’ye gideceğiz. Havaalanında akşam namazlarını kıldıktan sonra ihrama girdik. Şimdi sesimiz yettiğince, sözümüzü “Lebbeyk” ile yoğurma, gönlümüzü bir kutlu buluşmaya hazırlama zamanı. Hz. İbrahim’in dilinde somutlaşan çağrıya karşılık verme zamanı. Ete, kemiğe bürünüp “ihram” diye görünen bir cevap için yollardayız.
Gözlerin tanık olabileceği en eski ev ve ilk mabed Kabe. Hak tarafından belirlenmiş ve o günden bu güne hiç değişmemiş temeller üzerine, ilk insan ve ilk peygamber tarafından bina edilen, Nuh tufanı ile bir müddet saklanan, sonra bir başka peygamber ve oğlu tarafından yeniden inşa edilen, sel baskınlarına dayanamayıp defalarca yıkılan, tekrar yapılan, onarılan, şekli değişip biraz küçülen, kara taşı emin ellere emanet edilince ferahlayan ev: Kabe.
Mahşer günündeki yalnızlığın provası var burada. Her yer insan dolu ama tek başınasın. Tanıdıkların da olsa, aynı ırktan, aynı dilden insanlar da olsa etrafında, yalnızsın. Sadece Allah var. O’nu da ne kadar kalbinde tutabiliyorsan.
Aramızda sevgiyi yaymak için selamlaşıyoruz ya gördüğümüz insanlarla, ilginçtir, tavaf da Kabe’nin selamlanması ile başlıyor, bir insana gösterilen hürmetle. Yaklaşılabiliyorsa gözünden öpülüyor, uzaktaysa el kaldırılarak selamlanıyor. Sakin köşelerinde Kabe ile musafaha ediliyor, kucaklaşılıyor hasretle. Yüz sürülüyor, göz sürülüyor örtüsüne. Işığın etrafındaki pervaneler gibi tavaf ediliyor Kabe. Döne döne adımlanıyor kemalata giden yol.
Sıcaklara aldırmayıp kutsal topraklara koşan, Ramazan yoğunluğunu aratmayan bir kalabalık var. Bir yatsı namazı sonrası haremden çıkanları görünce, yeryüzüne bütün insanlar şu mabedden yayılıyor gibi geliyor insana. Namazdan sonra “yeryüzüne dağılmak” ve namaz için “mescide koşmak” nasıl olur, burada somutlaşıyor. Gün, Kabe merkezli bir kaynaktan bereket emiyor sanki. Namaz vakitlerinin birer direk olup yükselttiği saatlerin atmosferi, bütün bir ömrü mayalamak istercesine insanın içine sızıyor.
İlk ev, ilk insana uzanan köklerimizi de canlandırıyor içimizde. Ta Hz. Adem’e kadar uzanan, peygamberlerden, evliyalardan geçerek ilerleyen bu damara su yürüyor. Arşı alaya çıkan nuru ile cennete de uzanıyor bu silsile. Orada dertlerden, tasalardan, kaygılardan kurtulacağımız, sevdiklerimize kavuşacağımız için olsa gerek Kabe, cennetten geldiğine inandığımız parçasıyla da, göze nur oluyor, gönle huzur veriyor.
Kıyafetleri gibi tenleri de rengarenk çocuklar haremin en masum sakinleri. Cemaatle namaz esnasında onlarca çocuk sözleşmiş gibi ağlıyor. Kiminin sesi uzakta, kimi hemen yanı başınızda. Anneleri rüku ve secdeye giderken, kendilerine yaklaştıklarını sanıp gülenler de var, annesi hala kucağına almadığından içli içli ağlayan da. Biraz daha büyükleri, boş mermer alanları, sandalyeleri, zemzemler için konan plastik bardakları oyuncağa çevirebiliyor. Mermerlerde kovalamaca oynayıp, halıların üzerinde yuvarlanıyorlar. Uykusu gelen çocuk katlanan bir şalı yastık edinerek kıvrılıveriyor annesinin yanına. Burada da çocuklar şekere seviniyor, kremalı bisküviyi ortadan ikiye ayırıp yiyor. Çocuklara kimseler kızmıyor. Aksine mescide her gidişinde elinde bir poşet çikolata ile giden amcalara rastlıyor insan ya da bir çocuk gördüğünde çantasına elini atıp, şeker çıkaran genç kızlara…