İbrahim Refik
Beylik kapıdır yeryüzü, kim gelse girer! Cemal Yeşil
ESKİNİN GÖNÜL OCAKLARI
Günümüz nesilleri, şimdilerde adı sözlüklerde kalan "tekke, zaviye, dergâh" gibi kavramlara oldukça yabancıdır. Bunun da ötesinde yanlış enformasyonun sonucu olarak bu kelimelere olumsuz anlamlar da yüklerler. Oysa bu yerler, bir zamanların ileri düşünceyi besleyen, zevkiyle, şiiriyle, mûsikîsiyle ve semasıyla insana ilham kaynağı olan, gönüllere sükûn, huzur ve teselli verip arıtan; edep, zerafet, nezaket, merhamet ve affı temsil eden mekanlardı. İnsan ruhuna belli bir formasyon kazandırıp kâmil insanlar yetiştiren bir ocak vazifesi gören bu kurumlar, misafirhane vazifesi göreninden güzel sanatların tahsil edildiği akademi fonksiyonu ifa edenlerine, ticarî hayata yön veren ahi zaviyelerinden kendine özgü gelenekleriyle spor kulübü olarak vazife görenlerine kadar renk renk, motif motiftir. Ama asla, önyargılarına fikir kılıfı giydirenlerin iddia ettikleri gibi bünyesinde, hiçbir şey yapmayan tembelleri barındıran atalet yuvaları değildir.
HAZERFEN BİR POSTNİŞİN
Konumuzu teşkil eden Edhem Efendi de, böyle bir tekkede doğup büyüyen, daha sonra da aynı dergâha postnişin olan yüzlerce örnekten sadece biridir. Edhem Efendi, 1829 yılında Üsküdar Sultantepe`deki Nakşibendiyye tarikatına bağlı Özbekler Dergâhı`nda dünyaya gözlerini açar. Babası da adı geçen dergâhın şeyhi Sâdık Efendi`dir. Küçük Edhem, dönemin bütün çocukları gibi önce mahalle mektebini bitirir. Daha sonra babasından, amcasından ve dergâhın müdavimi Buharalı âlimlerden özel dersler alarak ufkunu genişletir. Üstün yeteneği sayesinde mimarî, hendese, kozmografya ve teknik konularda devrin akademik seviyesine erişen İbrahim Edhem Efendi, bunlarla da yetinmeyerek Çağatayca, Arapça, Farsça ve Ermenice`nin yanı sıra teknik kitaplardan faydalanabilecek kadar da Batı dillerini öğrenir.
Ethem Efendi, amcası Abdürrezzak Efendi`nin ölümünden sonra 1855 yılında dergâhın şeyhlik postuna oturur. Ancak sanata olan ilgisinden dolayı bu makamı oğlu Sâdık Efendi`ye bırakarak istidatlı olduğu konularla uğraşmayı tercih eder. Ethem Efendi`ye boşuna "hazerfen" (bin fenli)denmemiştir. O, ince marangozluktan doğramacılığa, oymacılıktan hakkâklığa, dökmecilikten tornacılığa, tesviyecilikten demirciliğe, makinecilikten dokumacılığa kadar onlarca sahada ihtisas sahibidir. Bu istidatlarından dolayı Midhat Paşa tarafından kurulan Mekteb-i Sanâyi`nin imalât müdürlüğüne tayin edilir. Burada yetenekli vatan evlatlarının elinden tutarak birçok talebe yetiştirir. Ancak, on parmağında on marifeti bulunan Edhem Efendi, bazılarının hasedinden nasibini alır ve bu vazifeden alınarak bir süre sonra Tâmirât-ı Âliyye Müdürlüğü göreviyle Hicaz`a gönderilir. Bu sürgün Edhem Efendi`nin canına minnettir. Günleri Beytullah`ı güzelleştirmekle geçer. Kâbe`nin içinde ve dışında işçilerle beraber bizzat çalışıp alın teri döker. Çalışırken kullandığı malayı başka hiçbir yerde kullanmayıp özenle saklar. Daha sonra da "mûcib-i şefâat olur" ümidiyle öldüğü zaman kendisiyle birlikte gömülmesini vasiyet eder ve bu vasiyeti Hakk`a yürüdüğünde yerine getirilir. Ayrıca bu mukaddes beldede çalışırken, ziyaretçilerin içine düşmelerini önlemek maksadıyla Zemzem Kuyusu`nun üstünü kafes şeklinde yekpâre kurşun dökerek kapatır. Birçok hayırlı hizmetleriyle birlikte bu talihli adam, Ravza-i Mutahhara`nın tamiriyle uğraşma şerefine de nail olur.
MUCİT BİR ŞEYH
Ethem Efendi, Hicaz dönüşü İstanbul`da resmi bir görev almaz. Dergâh mensuplarını ve Buharalı misafirlerini geçindirmek için, bildiği el sanatlarını icra edip alın teriyle hayatını kazanır. Enerjisini ve öğrenme aşkını her daim canlı tutmasını becerebilen bu hazerfen adam, oldukça ileri bir yaştaÇarşambalı Ârif Bey`in(1825-1892) önüne diz çöker ve çok zor bir sanat olan hattatlık talim ederek, ta`lik hattında ustalaşıp icâzet alır. Babası Şeyh Sadık Efendi`den de ebru sanatını öğrenen Edhem Efendi, yaptığı kendine özgü ebrularla şöhreti saraya kadar ulaşır ve eserleriyle devrin Padişahı Abdülaziz`i etkiler. Kendi adıyla (Edhem Efendi Battalı) anılan ve sarı gülbahar boyalar üzerine sarı-lacivert lahor kullanılarak yapılan bir tarzı mevcuttur. Bu ebruzen, aynı zamanda son Osmanlı ebru üstadlarının en önemlilerinden Necmeddin Okyay`ın (1883-1976) da hocasıdır. Sanata olan yeteneği alabildiğine geniş olan Edhem Efendi, Türkiye`de ilk kurşun boruyu döken adamdır. Bununla birlikte dergâhtaki derin kuyudan su çeken bir tulumba yapar. Ayrıca sahasında bir ilk olarak imâl ettiği sünnet aleti Almanya`da takdirname alır.
Bazı eserleri 1867 yılında gerçekleştirilen Paris sergisinde teşhir edilip madalya ile ödüllendirilir. Üç beygirlik bir buharlı makine yapan bu Özbekler şeyhi, bunu Üsküdar Şemsipaşa`da sandala takıp pervane kuvvetiyle Kuzguncuk`a yakın Paşalimanı`na kadar yüzdürür. Eserlerinde imza olarak "Kami" mahlasını kullanan Edhem Efendi, bunları dergâhın mescidinin altındaki iş odasında imâl eder. Tezyinat ve teknik resim çizmeyi de bildiği için yapacağı alet ve eşyanın modelini, dökümünü, tornasını, perdahtını bizzat kendisi yapar.
ÖZBEKLER SANAT AKADEMİSİ
Son derece mütevazı, hoşsohbet bir insan olan Edhem Efendi`nin zamanında Özbekler Tekkesi bir ilim ve sanat akademisi haline gelmiştir. Devrin âlim ve sanatkârları ondan feyiz almak için tekkeyi boş bırakmazlar. Gençliğinde okçuluğa merak sarıp bu sporda da başarı gösteren Edhem Efendi, 93 Harbi`nde Üsküdar`da teşkil edilen millî taburun (Mevkib-i Hümâyun) kumandanlık görevinde bulunur. Edhem Efendi`nin eserlerinden pek azı, bugün torun ve çocuklarının oturduğu Özbekler Tekkesi`nde korunmaktadır. Bunların saklandığı dolabın üstüne, metni kendisine ait olan, "Nakışlar dolapta saklıdır, bunları yapan da toprakta gömülüdür." anlamındaki Arapça beytin yazdırılmasını vasiyet eder. Bu vasiyeti de ebru talebelerinden hattat Aziz Rifâî Efendi tarafından yerine getirilir. 8 Ocak 1904 Cuma gecesi tekkenin mescidinde yatsı namazı için Rabbi`ne yöneldiği esnasında Rahmet-i Rahman`a kavuşan Hazerfen Edhem Efendi, ertesi gün tekkenin haziresine defnedilip ebedîyete uğurlanır. Kabir kitâbesindeki manzume Rıza Tevfik Bölükbaşı`ya aittir.