Şehrin; suratlarında yapmacıktan bir ciddiyet yahut gülümseyiş olan insanları arasında, herhangi bir kaldırımında yürürüz. Karşı kaldırımda yürüyen kişinin; kolunu keskince dirseğinden bükmüş ve sırtını kaşıdığını görürüz. Ama kafamızın bir yerinde bir tereddüt vardır. Kolunu oldukça keskin büküşü bizi ciddi bir esneklik yeteneğine sahip oluş ile bir sağ koldan yoksun oluş arasında gidip gelmeye ve meraka sürükler. Açımız henüz kişinin sırtını görmeye müsait olmadığı için kafamızı başka yere çeviririz. Yürümeye devam. Bir insan melekesi ile açının sağlanmasına imkan verecek kadar yürüdükten sonra -birkaç saniyelik bir andır tüm bunlar- kafamızı tekrar o kişiye çeviririz. Ve gördüğümüz şey bizi tüm bu sıradan güncelliğin içinden alır, iteler, kovalar. O anda duyduğumuz dehşet bize bağıra bağıra bir sağ kola sahip olduğumuzu hatırlatır. Sağ elini hiçbir zaman cebine sokamayacak olan bu kişinin yüzünde bir tebessümün yer ettiğini ve sükûn içinde yürüdüğünü görürüz. Buna pek inanmak istemeyiz. Bunun bir gülümseme değil de; o kişinin suratının normal ifadesi filan olduğunu düşünmek isteriz. Çünkü buna inanmak, içinde bulunduğumuz saçma sapanlığa tecavüz etmek demektir. Kafamızdaki bir konu, bir pürüz, bir mesele canımızı sıktığı için, yüzümüz asık yürüdüğümüz bu sokakta, ne kadar unutkan olduğumuzu hatırlayışımız; sağ kolu omzundan itibaren olmayan bu kişinin yüzündeki tebessümle doğru orantılı olarak artar. Nasıl bir sorunumuz olursa olsun, kolumuz yerindedir ve suratımız asıktır. Nasıl bir mutluluk içinde olursa olsun sağ kolu yoktur ve yüzü gülüyordur…
Dişimiz ağrımadan dişimiz olduğunu hatırlamayız derler. Şimdi bu kişinin sağ kolu olmadığını görünce (sağ kolunu göremeyince) sağ kolumuza değip akan rüzgârı da hissederiz. Gözleri görmeyen birini görünce, görebildiğimiz aklımıza gelir. İnsan hep anlık mutluluklar, anlık üzüntüler yaşar.
Tefekkür ise hiçbir yoksunluk, hiçbir eksiklik, hiçbir tehdit altında olmadan hatırlamaktır. Hatırlaması gerektiğini hatırlamaktır. Aslında hiç olmadığımız zamanlar vardı, ama hiç olmadığımızı bilecek bir akıl, görecek bir göze bile sahip değildik. Yaratılmakla bize verilen aklın; bir zamanlar hiç olmadığımızı, hatta bir zamanlar hiç olmadığımızı düşünecek bir akıla bile sahip olmadığımızı bize bildirmeye yeterli olmadığını bize bildiren bir yeti verilidir bize. Ve bu da vahiy denilen bir haber ile tekmillenmiştir.
Bizim düşünmeyi başarabildiğimiz her şey aynı zamanda yaratılmış demektir. Çağlar boyunca düşünürler, bilim adamları, felsefeciler hep bir şeyleri “keşfettiler”. Hiçbir zaman bir şeyi yarattıklarını söyleyemeyiz. Yani bilgiler, kavramlar biz onları henüz keşfedemesek de varlar. Yaratıcımız “her şeyi”, bizim düşünebileceğimiz, bizim düşünemeyeceğimiz her şeyi yaratmıştırtır. Biz yerçekimi teorisini bulmadan önce da; yerçekimi vardı. Öyle ise; biz düşünmeyi başarabilsek de, başaramasak da; bütün bilgiler bizim dışımızda “vardır”. Biz sadece bunları alır ve kullanırız.
Biz, bu dışımızda duran bilgileri alıp kullansak da; kullanmasak da bunlar vardır. O halde biz hiçbir şey miyiz?
Biz, bu dışımızdaki bilgileri alıp kullanmasak, bu bilgileri yaratıklar içinde kullanacak başka hiçbir yaratılmış yoktur. Ancak biz onları alıp kullanırsak, onlar bir anlam kazanabiliyor. Biz her şey miyiz?
Eğer Müslüman isek bir şeyi biliyoruzdur; biz her şey de değilizdir, hiçbir şey de değilizdir; biz ancak “biraz bir şeyizdir”. Ne melek kadar teslimiyet içerisinde ne de hayvan kadar teslimiyetten habersiz. İnsan; hiçbir zaman tam teslimiyeti başaramayan ve fakat teslimiyet içerisinde yaşaması gerektiğini bilen, kendisine bildirilen bir yaratıktır. Sağ kolu olmayan birisini gördüğünde, bir piyango kazanmış olduğunu düşünmemek ve fakat onun yerinde olmak da istememek; şükredebilmek demektir ve bu yalnızca Müslüman’ın yapabildiği bir iştir. Şükür; yaratıcıya duyulan minnetin en saf, en perdesiz halidir.
Rasullullah (s.a.v) buyuruyor ki; “arınmak imanın yarısıdır. Elhamdülillah sözü, mizanı doldurur…” Felsefenin en temel sorusu şudur: “neden hiçbir şey olmayabilecekken bir şey var?” İşte sadece bu sorunun cevabı bile; bizi Peygamber (s.a.v)’in buyruğuna götürür. Sadece var olmak, her an şükretmeyi gerektirir. Sağ kolumuz olmasa dahi…