“Ramazan ayı geliyor ve biz ondan ne şekilde istifade ediyoruz. Ramazan ayında Türkiye’ye gelen bir Alman, İngiliz veya bir Fransız turistten farkımız ne!”
Dergimizin mutad yayın kurulu toplantısında ele alınacak konular istişare edilirken, Ramazân-ı Şerîf mevzuunda doğrusu o kadar da fazla düşünmedik. Sevk-i tabiî mi diyelim, dergimizin ve derdimizin fıtratı icabı mı diyelim, ışığın etrafındaki pervaneler gibi zihinlerimiz Ramazân-ı Şerîfin hilâli etrafında “fırıl fırıl” dönmeye başlayıverdi…
Mehmet Dinç Bey, bir hocaefendiden dinleyip çok beğendiği şu tesbiti paylaştı bizimle:
“Ramazan ayı geliyor ve biz ondan ne şekilde istifade ediyoruz. Ramazan ayında Türkiye’ye gelen bir Alman, İngiliz veya bir Fransız turistten farkımız ne!”
Kaçırıverdim dilimden: “Ramazana Fransız Kalmamak!”
Sen misin bunu diyen? Yazıların Taksim’inde Lütfi Abinin provoke ettiği yayın kurulunun Gazı’na maruz kaldım...
Yağmur Yağarken
İlkin Resulullah Efendimiz’in bir hadisi şerifi geldi aklıma. Sevgili Peygamberimiz Muhammed Mustafa (s.a.v.) Efendimiz, kendisiyle gönderilen hidâyet ve ilmi yeryüzüne yağan bereketli bir yağmura benzetirler. Bu yağmur bereketli topraklara yağarken meyveye, sebzeye, bitkiye can verir. Fakat rahmetten kendisi istifade edemeyip sadece suyu biriktirip muhafaza eden çorak topraklara da yağar. Burada biriken sudan insan da, hayvan da istifade eder…
Allah Resulü tarifine şöyle devam eder:
- Yağmurun yağdığı bir yer daha vardır ki, düz ve hiçbir bitki bitmeyen kaypak arazidir. Ne su tutar, ne de ot bitirir. İşte bu, Allah’ın dininde anlayışlı olan ve Allah’ın benimle gönderdiği hidâyet ve ilim kendisine fayda veren, onu hem öğrenen hem de öğreten kimseye benzer. Bir de buna başını kaldırıp kulak vermeyen, Allah’ın benimle gönderdiği hidâyeti kabul etmeyen kimsenin benzeridir. (Buhârî, İlim 20; Müslim, Fezâil 15)
İnsan bu hadisi şerifin rehberliğinde ister istemez şöyle düşünüyor:
Bir rahmet ve mağfiret iklimi olan Ramazan ayında Cenabı Hakkın katından hidayet ve mağfiret yağarken ben ne şekilde istifade ediyorum? Kim benden ne şekilde istifade ediyor? Ben hangi toprak grubuna giriyorum… Bereketli mi yoksa kaypak mı?
Mesele Aç Kalmak Değil Arkadaş!
Oruç tutmaktan maksat nedir? Mehmet Ali Bey lisanından söylersek: Mesele aç kalmak değil arkadaş, sen hâlâ anlamadın mı?
İftariyelik olarak takdim edeceğimiz menkıbe menümüzde, ruhunuza gıda olacak birbirinden güzel iki spesiyalimiz var. Buyrun hadi gelin...
Birincisi cehennem ateşinde közlenmiş Le Spécial de Behlül Dânâ:
Behlül Dânâ Hazretleri bir gün üstü başı perişan vaziyette meclise dalıverir. Onun bu hâlini görenler merakla sorarlar:
- Hayırdır Behlül! Bu ne hâl?
- Ateş lazım oldu da cehennemin dibine kadar gittim!
- Ateşin hasını bulacağın yeri biliyorsun…
- Ama elim boş döndüm. Yanan bir nesne bile bulamadım…
- Nasıl olur? Hem de cehennem de…
- Cehennemin zebanileri bana dedi ki, “buraya herkes ateşini dünyadan getirir…”
İkincisi ise ruhunuzu ferahlatacak Cennet yeşilliklerinden oluşturulmuş bir hadisi şerif:
Ebu Hüreyre (r.a.) bir gün fidan dikmekle uğraşırken Sevgili Peygamberimiz yanına uğrar
- Ey Ebu Hüreyre! Şu diktiğin nedir? Diye sorar.
- Kendim için bir fidan dikiyorum, diye cevap verince Allah Resulü (s.a.v.) şöyle buyurur:
- Sana, dikilecek daha hayırlı bir fidan göstereyim mi?
Ebu Hüreyre (r.a.), “Göster, ey Allah’ın Resülü!” deyince, Sevgili Peygamberimiz şöyle buyururlar: “Sübhanallahi velhamdülillahi ve la ilahe illallahu vallahu ekber.”1 de! Bunu söylersen her bir kelimesi için sana cennette bir ağaç dikilir.” (Tirmizi: Daavat, 60)
Cehennem ateşiniz için binbir türlü zahmet ve eziyetle topladığınız odunların yükünden hiç olmazsa Ramazan ayında olsun kurtulun… Çünkü Ramazandan maksat “ağaç eylemlerine” devam ederek, size vaad olunan Cennet bahçelerinizi yeşertmektir. Göstermelik sema gösterileri ve zikirsiz-fikirsiz tasavvuf müziği konserleri ile sinek avlar gibi müşteri kafalamaya çalışan AVM’lerden Cehennem ateşine odun alışverişi yapmak değil. AVM protestosu yapacaksanız yapın, ne güzel! Ama Allah rızası için olsun, bir de abdestli olun…
Onbir Ayın Eğlence Sultanı
Eskiden ramazan ayının ilk onbeş günü “merhaba”lar ile başlayan ilahiler ile Ramazan karşılanır, son on beş günü de “elveda”lar ile Ramazan ayı uğurlanırmış. Fakat günümüzde insanımızın Ramazan’ı idrak ve ihyâ edişini görünce biz Ramazanın ilk gününden elvedâ ilâhileri söylemeyi daha muvafık buluyoruz. Çünkü Anadolunun büyük şehirlerinde Ulu Camiilerin etrafı, İstanbul’da da selâtin camiilerin civarı panayır alanlarına dönüveriyor şimdilerde… “Gelin de pek severdi oynamayı damat zurnacı çıktı!” hesabı, siz artık cemaatin hâl-i pür melâlini bir hesab edin. Eskinin “el kârda gönül yârda!” müslüman esnafı nerede? “Eli işte gözü oynaşta!” bir sürü müslümanı panayır ablukasındaki camiiye sokabilir misiniz artık? Hem de teravihe… Öyleyse patlat bi ilahi Müslim Baba:
Elveda bizden sana ey şehr-i rahmet elveda Sen gidesin ille bizi yaktı hasret elveda Nur ile zeyn oldu âlem cümle mescidler tamam
Zikr u tesbih u terâvih gitti bunlar elvedâ
Teravih Mağdurları
Şimdi anlatacağımız olay bir hayal mahsulü değil, ayniyle vakidir ve de dertli bir vatandaşımızın müftülüğe şikayetidir. Amcamız teravihe gider… Fakat mukavelelerdeki imzalayanın aleyhine olan maddeler gibi, imam efendi tarafından “gubârî hatla” (toz zerrecikleri gibi küçük puntolarla) yazılıp kapıya asılmış olan îkazı okuyamamıştır:
“Dikkat! Camimizde Hatim İle Teravih Namazı Kılınmaktadır!”
Camide dakikalarca daha fazla kalan amcamızın bu mağduriyetini müftü efendiye hangi lisan ile anlattığını tam olarak bilemiyoruz; ama ibadete çok alışık olmayan nefislerimizden tahmin edebiliyoruz: “Nefis” bir serzenişte bulunmuştur…
İşin latifesi bir yana teravih namazına ayrı bir îtinâ göstermek gerekiyor… En hızlısını kıldıran yerde değil de, en huzurlusunu edâ edebileceğiniz yerin derdine, arayışına düşelim bu Ramazan. Sadece kendimiz gitmeyelim teravihe, ahbâb u yârânımızla birlikte gidelim. İstifade eden ve ettiren toprağı unutmayalım…
Uykuya Tutturulan Oruçlar!
Rüyanda sabaha kadar namaz kılsan ne olur sevgili genç kardeşim! Pek mübarek bir uyku olur, burası kesin… Amma velâkin kıldığın namaz kabul olur mu? Heee… Cenneti rüyanda görürsün. Peki sen zabahtan ahşama gaddar uyuyup da orucu uykuya tutturunca ne olur peki? Onun cevabını da Cübbeli Ahmet Hocaya birileri soruversin bir zahmet! Sevabını rüyanda görürsün:)
Hava sıcak ise de, ne güzel evinde oturuyorsun! Düşünsene bir de işinde gücünde olan insanlar var… Tarlasında, toprağında, Allah’ın kendilerine verdiği rızkı devşirmekle uğraşan ümmet-i muhammedi düşünsene bir de… Rabbinin senin için kolaylaştırdığı orucun için biraz emek sarfetsen… Bir müzehhibin gibi el emeği göz nuruyla inceden inceye işlesene biraz ibadetini.
Ne o öyle? Akşama kadar odun gibi yatarak, kütük kıvamında tuttuğun orucu nereye dayayacaksın?
Ben Demiyorum ki!
Resmi dairlerde dosya dolaplarında bir talimatname vardır: “Yangında İlk kurtarılacak!” diye…
Eski İstanbul yangınlarını anlatan Samiha Ayverdi hanımefendi şöyle bir hadise anlatır ki bizim gediğimize tam da “cuk” diye oturur. Yine büyük bir yangında mahalleler kül ola dursun, İstanbul hanımlarından biri yanan evinden kaçarken ziynet eşyalarını sakladığı bohçayı alacak yerde, can havliyle hamam bohçasını kapıp kaçıvermiş. Bunu da farketmiş; ama ba’de harâbi’l-hâne…
Yıkılıp harap olacak bir dünya hanesinden kaçarken, ebedi kurtuluşuna vesile olacak bir ayda, ibadet ve tâatle dolduracağın bohçayı bırakıp hamam bohçasına sarıldığının farkında mısın? Hayırdır, gusül abdestinden yana eksiğin mi var? (Bu suali edep dairesinde kalarak ancak bu kadar sorabildim…)
Ben desem, hadi kabul etme! Ama Allah Resulü (s.a.v.) buyuruyorlar ki:
“Ramazân-ı şerife girip de bu ay çıkmadan kendini Cenâb-ı Hakk’a bağışlatamayan kimseye yazıklar olsun.” (Tirmizî, Daavât 100)
Ne Farkı Var!
Ne Farkı Var! - Ruhu çıkmış, cansız bir orucun diyetten ne farkı kalır ki? Madem sahurda niyetini de şöyle yapıver bir zahmet: “Diyet Ettim Oruç Tutmaya…”
- Hızlı kıldıran imam arayışıyla kılınan yirmi rekat teravihin bir müsabakadan ne farkı var peki? Rakip cami cemaatine, rekat rekat tur bindirdikten sonra oldu olcak Formüla 1 pisti Ramazan’da namazgâha çevrilsin bari…
- Velev ki eşe dosta ikram niyetiyle hazırlanmış bile olsa, bazı iftar davetlerinin “Zenginlerin çağrılıp fakirlerin çağrılmadığı sofra” dan yani en kötü ziyafetten ne farkı var? (Müslim: 1432)
- Sünnettir diye hurma ve zeytin ile açtığın orucunu, gün içinde yalan, dolanla hırpalanmanın, iftar ederken “besmele çekmek” yerine “küfretmek”ten ne farkı var?
- Zevkini çıkarmak adına iki saat alt yazı okuyarak orijinal seslendirmesiyle izlediğin sinema filmlerini unuttum mu zannediyorsun? Allah için bir yarım saatcik Kur’ân-ı Kerîm dinlerken alt yazıdan mealini takip etmen için illâ aksiyon filmi mi çekmemiz lazım? Hayat dediğin üç günlük senaryonun kısa metrajlı bir filmden ne farkı var?
- Hiçbir lig maçını veya iddialı bir derbiyi ilk yarısına kadar izleyip bırakmamışken, yirmi rekâtlık enfes bir mücadeleyi sekizinci rekâtta bırakıp kaçmanın, İslâm’a taraftarlıkla ne alâkası var? Şeytana üçlü çektirme, nefsine amigoluk yapma bari…
- “Nerde O Eski Ramazanlar!” edebiyatını yesinler e mii? Senin İslam Tarihin Osmanlı’nın 19. Yüzyılı ile mi başladı sanki? Biz “direkler arası” dedik mi, Ravza-i Mutahhara’nın sınırını belirleyen yeşil direkleri anlıyoruz. Eski Ramazanlar asr-ı saadette kaldı bebeemm!
Haydi Ramazan Böcükleri!
Mevlânâ Celaleddin Rûmî’nin şu nasihatine can kulağımızı verelim mi:
“Mayıs böceği daima pislik taşır durur. Bu yüzden de gül suyundan bayılır. Onun ilacı yine pis kokulu şeylerdir. Çünkü ona alışmıştır. Allah için insanlara nasihat edenler de, kasvetli kişiyi, kendisine bir kapı açılması, iyileşmesi ve şifâ bulması için, amber gibi, gül suyu gibi hikmetli güzel sözlerle tedavi etmek isterler. Kime öğüdün güzel kokusu fayda vermezse, muhakkak onun burnu, kötü kokulara alışmıştır. Sen de nurdan, öğütten, iyilik ve güzellikten nasibini al!.. Burnunu pisliğe sokma da, mayıs böceği olma! İNSAN OL, İNSAN!..”
- Haydi Ramazan Böcükleri, koşun bakalım. Ramazan şenliklerinden hânenize zevk ü sefâ değil, fakir fukara hânelerine birkaç paket olsun erzak taşıyın.
- Bir ay müddetince AVM’ye değil, mukabeleye müdâvim olun…
- Bu ay okuyacağınız “bestseller” kitaplar arasına bir “ilmihal” mutlaka bulunsun. Unutmayın dünyanın en “bestseller” kitabı Kurân-ı Kerim’dir. Arapçanız yoksa da meâlinden mahrum kalmayın. Yok eğer, ayağınızı yerden kesecek fanteziler arayışında iseniz, o zaman “tefsir” tavsiye edilir.
- Ramazanda vizyona giren en yeni vaazları TV’den naklen değil de, mabette ayne’l-yakîn takip edin bir kere de.
- Ramazanın son on gününde itikafa girecek yürek yoksa biz de, en azından teravihe on beş dakika erken gidiverelim n’olur… “Neveytü’l-i’tikaf” “Niyet ettim Allah rızası için i’tikaf’a” niyetiyle girdiğimiz camide, namaz bitince de on dakika fazladan kalıverelim. Giden dünya hayatından gitsin n’olur…
- Birbirinden lezzetli yemeklerle değil de, en hayırlı azık olan takva ile bir günün sahuru ve iftarını yapıverin. Sahurda hararetimizi kesecek içecekler içip tok tutacak yemekler yiyeceğimize, nefsimizin hararetini kesecek, hakikaten acıkıp çok susadığımız bir oruç tutsak…
“Fransız Kalmak” Tabiri Üzerine...
“Fransın kalmak” tabiri, konunun özünü anlayamamak, meseleye yabancı kalmak veya anladığı bir mevzuya dahil olmayarak tamamen bilgisizmiş gibi görünmek manasına kullanılır.
Peki neden “Fransız”? İngiliz değil, Alman değil, Japon değil…
Fransızlar kendi dillerine ve kültürlerine çok düşkündürler. Bazı durumlarda, mecbur kalmadıkça bildikleri herhangi bir yabancı dilde dahi konuşmayı tercih etmezler. Herkesin İngilizce konuştuğu ve anladığı bir ortamda İngilizceyi pekâla bilen bir Fransız, konuşmaya dahil olmak yerine, kibirli bir sükutu tercih ederek, mevzuya ilgisiz görünüp fransız fransız susarmış.
Enteresan Bir Ramazan Müzayedesi
Sultan IV. Murad Han’ın damadı Melek Ahmed Paşa Kuzguncuk’ta otururmuş. Bu ailenin her sene Ramazan ayında icrâ ettikleri değişik bir âdetleri varmış. Konaklarındaki ihtiyaç fazlası eşyayı Ramazan’da haraç-mezat satarlarmış.
Bu sıra dışı mezadın iştirakçileri de bu âdeti pek sever, hevesle bu günü beklerlermiş.
Melek Ahmed Paşa mezadından aldıkları eşya için verecekleri ücreti seve seve öderlemiş. Belli gün ve saatte münadî mezatçı bağırırmış:
- Bir altın kaplama sahan!..Haydi bir kapaklı altın sahan...Yok mu talibi?
- Kaça? kaça?...” diye merakla sorarmış katılanlar. Mezatçı:
- Bir yetim okutmaya, bir yetim okutmaya...!
- Benden iki yetim.
- İki yetim, dediler, yok mu artıran?
- Ben üç yetim okuturum... Mezatçı:
- Üç yetim okutmaya satıyorum, satıyorum, saaat, sattım! der ve bir altın kaplama sahanı üç yetim okutmak karşılığında satarmış.
Münadî başka bir eşya için:
- Bir murassâ kılıç, üç yetim okutma ve bir Kur’ân Hatmine, satıyorum… diye yeni bir rekabeti açar ve en çok yetimi kim okutur, kim en çok Kur’ân hatmi vaadederse o eşya da ona verilirmiş...
Sözde Değil Özde Fransızlar
Sultan III. Ahmed Han döneminde Fransa’ya Osmanlı Devleti büyükelçisi olarak giden Yirmisekiz Mehmed Çelebi on bir ay müddetince Paris’te kalır. İşte hatıratından enteresan bir anı:
“… Bu esnada Ramazân-ı Şerîf geldi. Oruç tuttuk ve giceleri cemaate Teravih namazı kıldırdık. Bu esnâda Merşal gelüp ayân ve ekâbirden selam getürüp:
- Ricâ ve niyâz ideriz ki, hanımlarımız gelüp iftar eyledüğünüzü ve yemek yedüğünüzü seyritmek isterler. Eğer ki izniniz olursa cümlemizi sevindirirsiniz ve belki Kralımız dahi hazzeder… dediler.
Çaresiz kalup:
- Elimizden ne gelür, hoş geldiler, safa geldiler, dedik, gitti.
Anı gördüm ki akşama yarım saat kaldıkda bir iki yüz avret, altın ve ziynet içinde ve elmaslara batmış hâlde gelüp, karşu be karşu sandalyelere oturdular. Gûyâ konağımız kadınlar evine dönüp doldu, taştı. Sonra etrafımızda olanlardan dahi iznimizi haber alanlar bir taraftan gelmede. Birkaç bin kadın içinde kaldık. Sanki düğün evine döndü. Hele her ne hâl ise bu azâbı çeküp iftar ettük ve yemek yedük…
Bunlar, teravih kıldığımızı ertesi günü haber almışlar. Yine iftara yarım saat kalınca bir iki bin avret kızlar çıkageldiler. Her biri şekerleme ve çörekler getirdiler. İftar ve taam eyledik. Bunlar gitmezler, saat üçe varınca otururlar. Meğer bunlar namazı beklerler imiş. Çare yok, abdest alup namazı kıldık. Tekrar izin istediler. Her gece gelüp iftar ve taam ile namazımızı temaşa etmek için yalvarır oldular, izin verdük. Cemaatle oturup gece Terâvihi tamam edâ idüp ilahiler ve tesbihlerle bütün kadınlar bizi seyritti ve hayran oldular…”
Özde Fransızların İslâm’a olan merak ve alakası, Ramazan’a Fransız kalan sözde müslümanların İslâmî hassasiyetleriyle kıyaslanınca, insanın sanki biraz untanası geliyor… Ama kalıcı bir his değildir, korkmayın çabuk geçer.
1- Allah bütün noksan sıfatlardan münezzehtir, bütün hamdler ona mahsustur Allah’tan başka ilah yoktur Allah en büyüktür.