Önce birkaç metalin birbirine değmesinden doğan sesler geliyor kulağa. Sanki bir el, çantasındaki anahtarları arıyor. Sonra anahtarın kilit boyunca ilerlemesi ve açılan kilidin sesi. Anahtarı çevirirken dilden dökülen belli belirsiz bir Bismillah lafzı eşlik ediyor kapının açılışına. Kapı açılınca, bir orkestranın bütün sazları en güzide bir eseri icra etmeye başlamış gibi, birçok ses aynı anda harekete geçiveriyor. Sanki evin içindeki bütün sesler, kapının açılışını beklemiş, şimdi uyanmış gibi.
Aralık bırakılan pencere cereyan yapıyor. Pencere duvara çarpıyor usulca, tık sesi geliyor. Perde havalanıyor, hışırdıyor. Açık pencereden görünebilen ağaçtaki kuşlar ötüyor. Yapraklar yanıp sönüyor. Az önce kapıyı açan, halının üzerinde yürüyor, ayak sesleri karışıyor evin seslerine. Mutfaktan birkaç tıkırtı geliyor. Gidip baktığında ocaktaki yemeği görüyor. Fokur fokur kaynıyor, mis gibi kokuyor. Ocağa çay da konulmuş, altını açıyor. Alev harlanıyor. Musluğa uzanıp ellerini yıkıyor. Su şırıl şırıl akıyor. Su sesinde hem ellerini hem de yorgunluğunu bir kez daha temizliyor. Kapalı duran bir başka kapıyı, odanın kapısını aralıyor. Burada bir insan sesi, mırıl mırıl Kur’an okuyor. O da oturuyor bir köşeye. Sadece dinliyor.
Hayat bize her gün, işitmemiz için yeni sesler sunar. Tıpkı kulak kesilince ne olduğunu anlayabileceğimiz tıkırtılar gibi. Söylenen belki hep aynı, belki her gün farklı. İnsana, ihtiyacına göre değişen tıkırtılar da çıkabilir karşımıza, hiç değişmeyen fısıltılar da. Bazı sesler hiç değişmez, yaşımıza, makamımıza, nerede ve ne halde olduğumuza hiç bakmaz. Çünkü o seslerin getirdiği haberlere, çağrılara her zaman ihtiyacımız vardır ve o sesler her dem tazedir. Ezan ve sâlâ ile somutlaşan sesler hep aynı çağrıyı, hep aynı haberi yeniden getirir bize. Haber aynı da olsa tazedir çünkü günceldir ve henüz bizi çepeçevre kuşatmamıştır. Biz unuttukça tazelenir. İsmini bile unutsa insan, her hatırlatıldığında yeni gelmez mi ona?
Evlerin içi, dinlemesini bilen için eski, yeni haberlerle, tıkırtılarla dolu. Tıpkı hayatın kendisi gibi. Hayat her karesinde ölümlü olduğumuzu fısıldayıp duruyor bize. Ev kendi içinde hem ölümü dillendirir, hem de bizden uzun yaşayan yanları ile istihza eder bizimle, bizi kendimize getirmeyi amaç edinir. Sadece eşyaların, insanların dalga dalga yayılan sesleri değil, aynı zamanda sessizce mırıldandıkları ne çok şey var. Duruşlarıyla, bize hakim oluşlarıyla, bazen yerinden kıpırdamazlıklarıyla.
Bir sabah evin bir köşesine ses kayıt cihazı bıraksak ve akşam olunca hep beraber dinlesek. Geçen sen bu günü, eve misafir geldiğini, burada geçirdiğimiz ilk bayramı, bir bebeğin ağlayışını, bir ihtiyarın gülüşünü, düğünü, cenazeyi dinlesek… Kendi seslerimiz de hayrete düşürür mü bizi? Peki kendi seslerimiz dışında neler duyarız? Anıların seslerine kulak kesildiğimizde daha farklı mı bakarız o güne? Ya da bu güne? Seslerimiz her gün evin duvarlarına çarpıyor, kulağımıza geliyor, evin köşelerine siniyor, tavanında toplanıyor.
Ve ev dile gelse… Kapılar, pencereler, kırık köşeler, kalkık boyalar… annemize bağırdığımız, babamızın arkasından mırıldandığımız, arkadaşımızın kulağına fısıldadıklarımız bir bir ortaya çıksa.. Ve zaten birgün bu evler muhakkak dile gelecek. O günden önce biz duymalıyız evin, hayatın seslerini, kalabalığın uğultusunda kaybolan kendi sesimizi. Peygamberimiz (sav) için diyorlardı ya müşrikler: “O, her şeyi dinleyen bir kulak gibidir.” Bilmiyorlardı, her şeyi dinleyebilmek ne büyük bir yürek ister.