Bir yanda Kudüs’ü kaybediyor İslâm dünyası, ama Gazâlîler yetişiyordu; bir yanda Selçuklu boğulurken, öbür tarafta beklenmedik bir şey oluyor, Osmanlı yeşeriyordu. Bu hep böyledir zaten. Herkesin gözü ‘batan’da iken, Allah bir yerlerde bir şeylerin doğuşuna yol verir. Ortalığın karmaşasında yenildiğimizi sanırken, hatta ‘Olaylara hâkim olan’ı bile unuturken, tozlar kalkınca bir de görürüz ki, çekilen sıkıntılar aslında muazzam imkânlara dönüş(türül)müş.
“O sıralarda Bağdat’ta üç yüz talebeye ders veriyordum” diye anlatır Gazâlî. O sıralar… Yani 1090–1091… Malazgirt Savaşı sırasında 13 yaşlarında bir genç olan Gazâlî, Bağdat’ta ders verdiği esnada 33–34 yaşlarında olmalı.
O öğretim işleriyle meşgul oladursun, Avrupalılar da, Müslüman Asya’nın kalbine indirilecek ‘öldürücü’ bir darbe için hazırlanıyor. Ve nihayet Haçlı saldırıları…
‘El-Munkiz’den takip edebildiğimiz kadarıyla Gazâlî, içinde bulunduğu yüksek ilmî mevkîin Allah rızası için olmadığını hissederek, gizlice Bağdat’tan kaçmıştır bu sırada. Haçlı sürüleri Trakya üzerinden Anadolu’ya dalıp da, İznik ovasında I. Kılıçarslan tarafından durdurulduğunda, yani 1096’da, Gazâlî hac için Mekke’dedir.
Aynı coğrafyanın üstü kana boğulurken, başka yerlerinde hayat devam etmekte; Haçlılar Anadolu topraklarında ilerledikçe ilerlerken, bir yanda da Gazâlî, içine düştüğü tatminsizlik halini aşmaya çalışmaktadır.
Önce Antakya, ardından da 1099’da Kudüs düştüğünde, o, Şam’da kendini hapsettiği karanlık hücrede inzivada bulunuyor olmalıdır. Harran Savaşı, Trablusşam’ın düşüşü… Gazâlî hep kendisiyle baş başa…
1110’da Beyrut ve Sayda düştüğünde, Gazâlî doğum yeri olan Tûs şehrindedir, yani coğrafyanın diğer köşesinde, Horasan bölgesinde. Ertesi yıl, 1111, onun ölüm yılıdır.
* * *
İslâm dünyası, özelde de Anadolu, Haçlı saldırılarının devam ettiği iki yüz yıllık kara dönem boyunca, dört bir yandan kuşatılmış olarak, çok zorlu zamanlar yaşadı. Haçlılar batından, Moğollar doğudan sıkıştırırken, içeride de önce Batınîler, sonra da Anadolu Selçuklu Devletini darmadağın eden ayaklanmalar ortalığı kan gölüne çeviriyordu. Gazâlîler, İbn Rüşdler, Râzîler, Mevlânâlar, Attârlar bu zor zamanda yetiştiler.
Hadiselerin harareti düşünce ise, ne ‘Aslan Yürekli’ler kaldı akıllarda, ne de Haçlı kontları… Onlar sadece ‘tarihte bir mevzu’ya dönüştüler ve İslâm medeniyeti, bu kanla sulanan topraklarda, ezilenlerin sırtında filizlendi.
Tarihe bugünden kuşbakışı bakınca, insan gerçekten çok ilginç bağlantılar ve bugüne dönük mesajlar yakalayabiliyor. Bir tarafta Haçlılar, öbür tarafta Moğollar, süren entelektüel çalışmalar, âlimlerin ve kanaat önderlerinin mücadeleleri… Gazâlî ile beraber, başka Müslüman ‘kanaat önderleri’ de, bu sıkıntılı dönemin en az hasarla atlatılması için çırpınıyorlardı. Kendi mücadelelerine tarihi şahit kılmak için çalıştıkça; yaşanan onca acıya rağmen, biz sonraki nesiller için eserler vermek için çabaladıkça da ölümsüzleştiler.
Bir yanda Kudüs’ü kaybediyor İslâm dünyası, ama Gazâlîler yetişiyordu; bir yanda Selçuklu boğulurken, öbür tarafta beklenmedik bir şey oluyor, Osmanlı yeşeriyordu. Bu hep böyledir zaten. Herkesin gözü ‘batan’da iken, Allah bir yerlerde bir şeylerin doğuşuna yol verir. Ortalığın karmaşasında yenildiğimizi sanırken, hatta ‘Olaylara hâkim olan’ı bile unuturken, tozlar kalkınca bir de görürüz ki, çekilen sıkıntılar aslında muazzam imkânlara dönüş(türül)müş.
Geçmişteki olaylar konusunda, zamanın tozu kalkıp sis perdeleri aralanınca, her şey çok daha net bugün.
Ve bugünkü saldırılar, savaşlar, aynı coğrafyaya karşı girişilen hücumlar, yeni Haçlı seferleri… Herşey çok net bir mesaj taşıyor: Gelecek nesiller, neler olup-bittiğini çok daha iyi görecek. Haçlı saldırılarının bıraktığı izler ve yarattığı manevî/siyâsî çöküntünün ardından İslâm dünyasının hemen toparlanıverişi, bize, bu istilalar olurken, başka yerlerde diriliş tohumlarının da yeşer(til)diğini gösteriyor.
Bu ayki yazıma, kana susamış Haçlı sürülerinin ilerleyiş seyriyle, Gazâlî’nin hayat seyrini karşılaştırarak başlamam da bu yüzden. Gecenin en karanlık anında bile aydınlığın kaybolmadığını, ama ‘mağlûben’ mevcut olduğunu hatırlatmak istememden…
* * *
Tarihe 2000’li yılların başından bakıp rolleri paylaştırıyorum ve soruyorum önümdeki tabloya göz gezdirip: “Bugünün Salahaddîn’i, Gazâlî’si, Richard’ı, Baybars’ı, Moğolları, Haçlıları kim?..” Bunca girift olaydan ve şahsiyetten, tarihe hakim olan bir ‘kanun’ süzmek derdindeyim.
Bugün Kudüs işgal altında yine. Haçlılar 100 yıla yakın kalmışlardı Kudüs’te. Bağdat bugün yine yakılıp-yıkılıyor. Yine Ortadoğu darma-duman. Bölge yaralı, mazlum ve gözü yaşlı…
Ama kimsenin şüphesi olmasın, bir yerler yanarken, başka yerler yeşeriyor. Afganistan, Filistin, Çeçenistan, Irak ateşle imtihan edilirken, bir yerlerde de birileri yetişiyor. Mekke’de taşlar altında inleyen Bilâller’den Medine’de onurlu bir devlete doğru nasıl sürdüyse macera… Anasının korkuyla nehre bıraktığı çocuktan, boğulan Firavun’a nasıl yürüdüyse insanlık… Kuyuda bulunan o güzel çocuk, nasıl kudretli vezir Yusuf’a dönüştüyse...
Tarih o kadar sürprizlerle dolu ki.. Eğer yaşarsak neler olacağını hep beraber göreceğiz.
Diriliş ve uyanış yine buradan, bu topraklardan, Anadolu ve çevresinden olacak. Öyle olmasaydı, bu kadar hücuma uğramazdı bu topraklar. Bu kadar üzerine yürünmezdi. Bütün dünya bu kadar gündemine almazdı.
Bu toprakların insanları olarak bizim imtihanımız, hangi safı tuttuğumuz sorusunu çerçevesinde şekillenecek. Kimden yana yüreğimiz? Kazanmasını istediğimiz taraf hangisi? Ve kazanmasını istediğimiz taraf için neler yapıyoruz? Bizden sonrakiler, bizi değerlendirirken, bu soruları soracak.
Şöyle başlayan cümleler, acaba nasıl tamamlanacak dersiniz:
“O zamanlar Amerika Birleşik Devletleri adında güçlü bir devlet vardı. ABD, 2003 yılının nisan ayında Irak’ı işgal etti. Bölgedeki Müslüman halklar…”