Yunus Emre’nin arı duru tefekkür ve dili, Nezip Fazıl’ın delişmen ruh ve Türkçe’siyle doldurmalıyım peteğimi. Mevlânâ’nın mânevi ve irfani derinliği, İkbâl’in aşkı, Akif’in coşkunluğuyla örmeliyim kozamı. İbn Arabî, nasıl İslam dünyasını karış karış gezmişse hikmeti bulmak için; ben de öyle dolaşmalıyım, irfan atlasımı.
Çok genç bir okuyucuydum henüz. Şehid Seyyid Kutup’un bir kitabında, İslam Medeniyetinin Batı’ya etkilerini anlattığı bir bölüme rastladım. Batı’nın bilim ve teknikte ilerlemesinin altında, Müslüman dünyanın ortaya koyduğu bilimsel ve teknik gelişmeler vardı. Bu gelişmeler, bir taraftan Endülüs topraklarından taşınıyordu Avrupa’ya, diğer taraftan Haçlı seferleriyle. Avrupalılar, Müslümanların ilmî disiplinini almışlar, büyük üniversiteler kurmuşlardı. Tekniğini almışlar, coğrafi keşifleri başlatmışlardı.
Fevkalâde etkilendim o satırlardan. Müthiş bir ufuk açıldı gözlerimin önünde. Hem gurur duydum, mensup olduğum ümmetin inşa ettiği tarih ve medeniyetle; hem üzülüp hayıflandım. Üzülüp hayıflandım çünkü o medeniyetin çocukları, bizler gerçek manada tanımıyorduk kendimizi. Kadîm medeniyetimizi ve tarihimizi. İnsanlık tarihinde eşine az rastlanır ilim ve irfan mirasımızı.
E. Nazif Gürdoğan’ın Zamanı Aşan Şehirler’i ve Hicaz’dan Endülüs’e adlı seyahat –ve düşünce- kitaplarıyla medeniyet coğrafyamızın izini sürdüm. Müslüman ümmetin Doğu’da kurdukları şehirler; kat ettikleri ilmi ve teknik seviye gözlerimi kamaştırdı. Hicaz bir başka dünya, Endülüs bambaşka bir dünyaydı. Ve Endülüs’ün Batı’ya tesiri bütün çarpıcılığıyla ortadaydı. İşte altını çizdiğim bir anekdot: “Gırnata düşünce, Şarlman ve Kardinali kentin meydanında bir milyon ciltlik kitap yakarak, alevlerinde zaferlerini kutlamışlar. Bunun için Fransız fizikçi P. Curie: ‘Endülüs’ten bize otuz kitap kaldı, atomu parçalayabildik. Eğer yakılan bir milyon kitabın yarısı kalmış olsaydı, çoktan uzayda galaksiler arasında geziyorduk’ demiş.” (Hicaz’dan Endülüs’e, s. 172) Bu itiraf hiç kuşkusuz medeniyetimizin -Avrupa’nın karanlık orta çağında- ulaştığı boyutları net bir biçimde anlatıyor.
Nazif Hocamızın beni çok ama çok etkileyen bir başka ifadesi fakülte yıllarında çıktı karşıma: “Üniversite öğrencileri ya da gençler arasında kaç kişi Sezai Karakoç’u, Nezip Fazıl Kısakürek’i, Mehmet Akif’i, Muhammed İkbal’i bütünüyle okumuştur. Daha ilerisine yani Mevlana, Gazali, Kuşeyri, İbn Haldun’a gitmiyorum. Çünkü birlikte yaşadığımız ortamı ve sorunlarını ele alan, yorumlayan ve sorgulayan sanatçıları anlamadan, özümlemeden, tamamen ayrı bir ortamda yaşayan düşünürleri anlamanız daha da güçtür.” (Kültür ve Sanayileşme, s. 134)
Evet, ben o devasa medeniyeti inşa eden ilim ve irfan mimarlarını tanımıyordum henüz. Ne Ebu Hanife’yi tanıyordum, ne İbn Sina’yı, ne İbn Arabi’yi, ne Yunus Emre’yi, ne Şeyh Galip’i... Bu bir tarafa, o büyük mimarları tanıyıp bize köprü olan, değerlerimizi bilen, çağı okuyan medeniyet savaşçılarımızı da gerçek anlamda tanıdığım söylenemezdi. Ne Nurettin Topçu’yu okumuştum adam gibi, ne Muhammed Hamidullah’ı, ne Hayrettin Karaman’ı ne İsmet Özel’i, ne Rasim Özdenören’i…
Okuma heyecanımın alevlendiği o günlerin üzerinden on beş yıl geçmiş. O günden bugüne kat ettiğim mesafeye dönüp bakıyorum, bir arpa boyu. Denizin kıyısında ayaklarımın ucu ıslanmış henüz. Onlar nurdan heykeller gibi önümden geçip gidiyorlar. Bir tesellim var ki onlara yetişmeye çalışıyor, ayak izlerinden topladıklarımla, sadrıma şifa arama çabamı sürdürüyorum. Okudukça, aczimin ve cirmimin küçüklüğünün daha çok farkına varıyorum.
Şu satırları da yakın zamanda okudum; içimdeki dert ve sızı daha çok arttı, inanın: “Filibeli Ahmed Hilmi, Elmalılı Hamdi Yazır, Babanzâde Ahmed Naim gibi dünkü âlimlerimizin yazdıklarını bile kavramaya talip olmayanlar, Ali Kuşçu gibi, Kutbuddin Razi gibi, Molla Fenari gibi, Darendeli Mehmed Efendi gibi dünya çapındaki devlerin dizinin dibine çökmeyi göze alabilirler mi?” (D. Cündioğlu, Keşf-i Kadîm, s. 110)
Bu satırların yazarı da müşteki. Müşteki çünkü ona göre muhkem bir geçmiş, Süleymaniye Kütüphanesinin tozlu raflarında çürüyor; okuyan yok, anlayan, derinliğine kavrayan yok.
Yazarımız farklı bir vadiye çekiyor bizi. Belki ismini bile ilk kez duyduğumuz ama bu topraklarda yetişmiş devlerden söz ediyor. Dahası bu devlere talebe olabilme cesaretimizi yokluyor. Sırtımızda bir kırbaç şaklatıyor, benim anladığım.
Bu şikayetler bana, daha çok okumam, daha çok çalışmam gerektiğini söylüyor. Maymunî bir iştahla tanımaya çalışmalıyım irfan atlasımı. Azı kurtarmaz. Eğer benim omuzlarımda yükselecekse İslam medeniyeti yeniden, bu atlasın ulu hocalarına talebe olma cesaretini göstermeliyim. Tarihimi, medeniyetimi inşa eden ustalara çırak olmadan, yeni hiçbir şey ortaya koyamayacağımı iyi bilmeliyim.
Gazali’nin ihya hamlesini; Sezai Karakoç’un diriliş ruhuyla birleştirmeliyim. Yunus Emre’nin arı duru tefekkür ve dili, Nezip Fazıl’ın delişmen ruh ve Türkçe’siyle doldurmalıyım peteğimi. Mevlânâ’nın mânevi ve irfani derinliği, İkbâl’in aşkı, Akif’in coşkunluğuyla örmeliyim kozamı. İbn Arabî, nasıl İslam dünyasını karış karış gezmişse hikmeti bulmak için; ben de öyle dolaşmalıyım, irfan atlasımı. M. Hamidullah gibi, ilim uğrunda hep muhacir, tek başına bir ümmet gibi yaşamalıyım. İbn Haldun’la tarihin ve toplumların görünmeyen yüzünü keşfe çıkmalı; Rasim Özdenören ve İsmet Özel’le, düşünce ufkunda kanat çırpmalıyım...