Merhaba arkadaşlar, yazılarınızla, şiirlerinizle baş edebilmek, onları gereğince değerlendirebilmek gittikçe zorlaşıyor. Gelen ürün sayısı arttıkça işin altından nasıl kalkabileceğime dair kara kara düşüncelerin esareti altına girme tehlikesi beliriyor. Bu tehlikeden kurtulabilmek için ben de bu sayı mizah dergimizle meşgul olmayı tercih ettim. Fakat, kaçış nereye kadar! Başımda saygıdeğer editörüm, kendisiyle Nicos Kazancakis’in romanı Zorba arasında anlayamadığım bir şekilde garip bir bağ kurduğum değerli büyüğüm, burada varoluş sebebim(!) tamam arkadaşlar, editöre hürmet etme merasimimizi aksak kusurlu da bir nebze yerine getirdiğimi umuyorum, abartmamışızdır umarım.
Tavsiye dinleyen okur iyidir!
Geçen sayımızda Ankara’dan bir okurumuza Fatih Kitabevine gitmesini önermiştik. Bir başka okurumuz, ODTÜ’lü Mustafa Kaman bunu gerçekleştirmiş. Gittiğinde Rasim Özdenören ile karşılaşamamış ama Fatih Ağabey ile tanışmış ve birkaç kitap ile çıkmış. Şöyle diyor Mustafa Kaman:
“Şu an Rasim Özdenoren’in Kafa Karıştıran Kelimeleri’ni okuyorum. Ve kafamdaki çoğu karmaşayı siliyor bu kitap.”
Bize kavram karmaşası hakkında bir yazısını göndermiş. Genel okuyucu yazılarından farklı bir yerde duran Küresel Leşleşme başlıklı yazısını okur/yazar köşemize alıntılıyorum. Cümlelerinin akıcılığında ve geçişlerde kimi sıkıntılar bulunduğunu düşünmekteyim ama durduğu yer bakımından bu kalemden iyi şeyler okuyacağımı düşünüyorum. Mustafa Kaman’a duyarlılığı için teşekkür ediyorum
İranlının bir mevzuya fransız kalması!
“Asım Ağabey, Ben Balıkesir Edremit’ten Hatice Başbuğ. Son bir senedir şiir yazıyorum. Senin Genç Dergisindeki yeni yazar adaylarına tanıdığın fırsatı gördüm ve yazmaya karar verdim. Çok acemiyim, kusuruma bakma.” Demiş. Bir insanın kendisini acemi olarak tanıtması onun en azından kibirli olmadığını gösterir. Gitmek mi zor kalmamı diye sorduğu yazısında hoş benzetmeler yapmış. Büyük harf küçük harf konusunda daha dikkatli olursa seviniriz. Yazmaya devam etmesini, ama okuyarak devam etmesini öneririm. Bu arada acemi kelimesinin İranlılar için kullanıldığını da yazmadan geçmeyelim. Acem kelimesine mensubiyet î’si getirilerek oluşturulan kelimeyi sonradan Batıya doğru ilişkilerimiz arttıkça Fransızlar için kullanmışız. Bir insan bir şey bilmiyor, beceremiyor ise ona ya acemi demişiz ya fransız!
Şefkat tokadı da lazım!
Kimi okurlarımız ürünlerinin çok kısa değerlendirilmesine birazcık bozulabiliyor. Keşke biraz daha eleştirseydi (veya biraz da övseydi ) diyorlar. Haklılar tabii! Ama ben de haklıyım. Sonuçta Kazancakis’in roman kişisiyle benzerlik kurma açım anlaşılabilecek olan sevgili editörüm “İki sayfayı aşmaya heves etmeyesin Asım!” diyor. Yayılmacı karakterimin o da farkında. Memleketimi söylerken dahi nükseden bu yanım. Amasya-Artvin-Selanikli olduğumu söylerim de hep! (Ya değerli editörüm, kızma hemen zorba dedik diye. Bunda sizin bir suçunuz yok; şartlar sizi buna itiyor! Sizin şuncacık, evet evet; şuncacık bir suçunuz yoktur! İnanın!) Hem bence aslında daha da zorba olmanız gerekiyor. Daha fazla kesip biçmeniz lazım. Bu kadar şefkatli olmamalısınız. Tabii benim dışımdakiler için bu öneri! Zeynep Sandaloğlu Seccadesine hitaben bir yazı kaleme almış. Bu sayımızda namaz soruşturmasını okumuşsunuzdur. Zeynep de seccadesini özleyip dönüşünü anlatmış. Seccadeye dönebilmek güzel. Hatta bazen ayrılmayanınkinden daha tatlı bir arınışı da yaşadığımız yer olabiliyor seccade.
Zengin seccadesi!
Biz seccademize güzellemeler kaleme aldığımızda aslında secdeye güzellemeler yapıyoruzdur. Rabbimizin karşısında haddimizi bilmeye güzellemeler yapıyoruzdur. Zeynep’in derdini daha zengin anlatabildiği yazılarını bekliyoruz. Köşemizin takipçisi arkadaşlarımızın dert sahibi insanlar olduğuna şahit olmak beni memnun ediyor. Derdi olmasa daha estetik, daha sahici, daha yakışır bir anlatımın peşine niye düşsün ki insan. Egosal kaygılarla düşer belki ama onların da nereye kadar numaralarını sürdürecekleri az çok belli olur.
Sami Yaylalı kardeşimiz mesela bu kaygılarla bize bir şiir göndermiş… Sanat sayfalarımız hazırlayan Sami Genç dergisinin mail grubunda Mürekkebi Kurumadan’a ürün göndermek istediğini belirtmişti. “Bakalım kaldırabilecek miyim” demek istiyordu sanırım, hatırladığım kadarıyla. Kimi eleştirilerimin kaldırılamaması karşısında biraz da destek olmak için böyle bir şeye girişmişti sanırım. Sonuçta Sami iyi birisi ama kötü bir şair. Yok, tamam, şaka, şaka! Ama eleştirmeye başlayayım! Şiirini de buraya alıyorum ki maksat daha bir hasıl olsun:
GECE VE ANKARA Sami Yaylalı
Aylardan mart
Mevsimlerden sonbahar
Ve şehirlerden intihar altında bir İstanbul fotoğrafının
Bilboardlarında asılı durduğu Ankara’dır
Ağlayıp durduğum gecenin dibacesi.
Her şey sıradan başlar
Bozacı geçer içim yine ekşir
Dışarıda yağmur yağar
Ayaklarımın dibine penceremden su sızar
Ondandır sancılı romatizmalarım
Ve tüm romantizmi kurşunlayan kurgularım
Kedi tüyü yastıklarım diken diken olur
Uykum kaçar koynuma bir kitap boşluğu sokulur
Her çevriminde sayfaların
Bir koyun daha grev yapar
Belki bir kurt rızkını bulur
Her şey sıradan devam eder.
Tüm sarhoş ışıklar söner
Evlerin nadirinde teheccüd çerağı
Sabahı bir başına haber eder.
Horultular çoğalır
Ekmek kırıntıları uyutmaz geceyi
Daima gözlerini karanlık eder müsriflerin
Bölündükçe kilitler bilmeceyi
Mümkün mü kaldırmak koca gövdeyi?
Her şey sıradan biter bu şehirde
Marketlerin reyonlarındaki horozlar öter
Hayalet minareler avazı çıktığınca göğü deler
Nafile! İbadetler bunlar
Öğrencileri memurları işçileri
Ancak otobüs tarifeleri adam eder.
Gözleri kanlı adımlarla
Belki ayak yordamıyla
Koştum örtünün ardına
Yırtıldı göğüs kafesim
Ne çıktıysa bahtıma…
Acımasız Asım Abi! Şiirin girişini tutmadığımı belirtmeliyim. Doğrudur, aylardan marttır, mevsim de gerçekten sonbahardır. Olabilir, Ankara’da olur böyle şeyler ama bu giriş bir şiire girdiğim hissini vermedi bana. Daha ziyade 23 Nisan- 19 Mayıs tören şiirleri tarzı bir şiir okuyacağım diye hissettim. Ama Sami niye böyle bir şiir yazsın ki dedim sonra. Baktım zaten öyle bir şiir değilmiş.
“Ağlayıp durduğum gecenin dibacesi” dizesi, sözü sanatlı söyleme kaygısının uzantısı bir görünüm taşıyor. Bunu bana söyleten dibace kelimesidir. Şiirde etkileyici, artistik kelimeler kullanmak çok tercih edilen bir yoldur. Bunu daha ziyade ethoscu şairler tercih eder. Ben de şair olsaydım (elhamdülillah değilim ) muhtemelen içinde “küheylan” kelimesi geçen şiirler yazardım. Hatta abartıp tamamı sadece küheylan kelimesinden oluşan bir şiir de yazardım. Ama bunu “usta şair” olarak anılmaya başlanınca yapardım. Küheylan denince akla ben gelirdim yani…
Sami Yaylalı’nın şiirinde geçen bilboard kelimesini kimi eleştirmenler derhal eleştirecektir. Bana göre ise kimi şiirlerde bilboard kelimesinin geçmesi gayet uygun iken kimi şiirlerde çok ayıp bir şeydir. Bu şiir sanki geçmemesi gereken bir şiirdir. Kedi kelimesi ise şiirde kendisine hemen her zaman tatlı, saygın bir yetr bulmuştur. Orda kurulmuş oturur kediler. Bir şiirden kedi geçiyorsa onu oradan kaldıramazsınız pek. Bu neden böyledir. Modern şiirde mi böyledir bu bilemiyorum ama böyle bir şey var. Öyküde de bu böyle. Hatta mizahta da böyle. Sami’nin anlatımcı üslubu da şiirden bir şeyler götürüyor gibi.
Takıldığım bir şeyi daha yazayım da Sami kardeş bana bundan sonra bir daha şiir gönderir mi göndermez mi bilmiyorum artık!
Genelleme ifadelerini dikkatli kullanmak iyidir.
“Her şey sıradan biter bu şehirde”
“Tüm sarhoş ışıklar söner”
“Her, hiç, hep, bütün, tüm, kimse, herkes” gibi kelimeleri dikkatsiz kullanmamakta fayda var. Bu kelimelerin kullanımındaki itinasızlık hem bakış sağlığımızı bozabilir hem de huzurumuzu bozabilir. Hayatı, muhatap olduğumuz durumları doğru değerlendirememe gibi bir sonuca düşerebilir bizi. Genellemeci mantık şiirde belki biraz mazur görülebilir ama o da tadında kullanılırsa. Ankara gibi sevmediğimiz bir şehir için de olsa çok genellemeci ifadeler kullanmamakta fayda var.
“Evlerin nadirinde teheccüd çerağı” bu dizeyi sevmem dini kaygılarımdan mıdır, bir başkasına ne söyler bu dize, bilemiyorum. Nadir kelimesi de dize akışında bir sorun oluşturuyor mu acaba diye tereddüt de etmiyor değilim. Çoğul eklerinin bolluğuna takılmam benim takıntım mı acaba diye de düşünüyorum. Sami, Yaylalı bize Türk şiirini nasıl bir yöntemle takip ettiğini ifade ederse ona bir kısım önerilerde bulunma haddini kendimde bulabilirim belki. Yine de cesaretinden dolayı kendisini tebrik ediyorum. Umarım kırmamışımdır.
Sözü yormadan söylemeli!
Artık dergimiz yazarlarından sayabileceğimiz Murat Sözer’in şiirinde şöyle bir kısım var:
“Acaba diyorum
“ben” diye bildiğim şey
“ben” diyebildiğim için mi var yalnızca
Yoksa herkesin kendi beni
ben demeye muhtaç olmadan
ve aynalardakinden fazlasıyla mı var
eylül kokulu her yağmurda?”
Bu anlatımda “acaba” diye başlayıp “yoksa” ile devam edişini biraz şiir dilini bozan bir kullanım olarak bulduğumu belirtmeliyim. Bu anlatım şiir yoruyor bence. Şiir nasıl bir yorumdur, yorum taşır mı, taşımalı mı sorularını da zihnimizin bir tarafında taşımak iyi olabilir.
Murat Sözer üretken bir yazarımız. Gündemini sıradan güncel olaylardan, etkileyiciliğin yitirmiş nasihat dilinden, gereksiz, özgünlükten uzak duygusallıklardan, sulu göz romantizmlerden uzak tutan bir arkadaş. İyi okumalar yapan bir okurumuz. Bunu beni okuduğu için söylemiyorum(!) Gerçekten de her sayı Murat Sözer’den beş on kadar ürün alıyoruz ve hiç biri yabana atılır ürünler değil. Murat güzel işler yapacak bir arkadaş.
Daha somut şeyler yazmayı denemek öğretici olabilir!
“Ve beni bu tortular alıyor uzunca, uzunca hasret tütsülerine yazılıyorum. Yalpalanan yanlarımdan vuruyor gece, sızıyor soğuk aralığımdan, bir kaya yontucusuna benzerken ellerim, çamur kıvamında zamanlara…
Zamanlar ki … içine çekti mi, cam fanus kırılganlığında saydamlaşıyor insan belleği..Yüreğe akan damarları tıkıyor ihanet.
Ve ihanet tutunuyor gecenin nabzına. Bölünen uykular, yaşın ziyana adanan ömür karesi , bölünen.. günün geceye kalan ömür yedeği…“
Melike Metiner’in Nun Vakti yazısından alıntıladığım bu satırlarda bol çoğul eki kullanımının yazara halini gizemlileştirme, derdini kalıcılaştırma, girdiği çıkmazdan kurtulamama gibi bir sonuç doğurduğuna ilişkin tezimi sana belirgin bir şekilde gösterebilmiş olur muyum, bilmiyorum ama böyle bir şeye inanıyorum ben.
Melike Hanım bize daha somut, belirgin bir şeyler yazsa. Mesela takdir ettiği bir yazar üzerine yazsa, somut bir mekan tasviri yapsa, sevdiği bir şehri anlatsa, ilkokuldaki sınıfını anlatsa belki bu belirginliği yitirmenin bir yazı için ne demek olduğunu daha rahat fark edecektir.
Tabii burada şunu da belirtmeliyim, dergimizde bir okuyucumuz için yaptığımız kimi değerlendirmeler başka bir çok okurumuza da denk düşebiliyor. Eleştirdiğimiz kimi hususlara bir çok okurumuzun sık sık düştüğünü görüyoruz. “Bana söylemiyor zaten” deyip geçmemenizi öneririm. Her acemi karikatüriste sadece “Fazla taramalardan kaçının” tavsiyesinde bulunan mizah dergisi eleştirmeni de değilim!
Yer kalmadı ki!
Mehmet Resul Davutoğlu, Sevilay Güneş, Alican Bilgin, Eren Güney, Fatih Seyfullah Kılıç, Filiz Konca, Erdinç Çakır, M. Emre Akçay, Ömer Faruk Erdem, Şehide Cengiz, Halil Atik, R. Betül Çetin, Peyami Sami, Hasan Ferit Enişer, Fatih Yaz, Ali Özkanlı, Selen Işık, Mahmut Sami Yılmaz, Bekir Danış bu sayı ürünlerini değerlendirme fırsatını bulamadığım isimler. Gelecek sayıya inşallah bu yükün altından kalkmış olurum.