Sözle başlıyor her şey. Söz vererek insan oluyoruz, sözleşerek insanlaşıyoruz, sözden gelen ne varsa özümüze yöneliyor ve fakat her zaman öze ulaşamıyor. Sözün özü diye başlayan cümleler kuruyoruz; özümüzden habersiz. Özü de, her şeyin sözle başladığını da söz haber ediyor bize. Söylememiz gerekiyor bazen; sözümüzü esirgiyor; özümüzü esir ediyoruz. Sözle anlatılan matematiksel bir gerçek olsa dahi; “sübjektiflik duvarına” çarpıveriyor; kalpten çıkıyor çünkü söz; ama akılla vücut buluyor...
Çam kokusunu sırtlamış bir meltem yüzüne naif çarparken; Mimar Sinan’ın yaptığı bu heybetli caminin avlusunda yankılanan Cuma selasının fonunda; düşünmeye başladı...
Onca partiler, onca eğlence ortamları, okumak için gittiği o şehirde, kendi öğrenci evinde “hürriyetin” tadına varılmaz hazzı, özgürlük... Bunların hepsine sırtını çevireli bir yıl olmuştu. Bir yıldır “eğlence(!)” hayatı yoktu. Bir yıldır bu içinde bulunduğu avluların, kendisini kucaklayan camilerin sükun denizine bırakıvermişti kendini.
Sözler kalbindeydi şimdi en berrak haliyle, sözünün kalbiyle ahdi bir yağmur damlası gibiydi, aracısız. “Meğer ben hep huzursuzmuşum... En eğlendiğim, hazza öylesine daldığım o özgür anlarda bile; içimdeki o tamamlanmamışlık, o yarım kalmışlık, benim sükun denizimden kalbimin duvarlarına hırçınca vurup aşındıran o şey...” Dudakları kıpırdadı neden sonra; “Huzursuzluk...”
Huzursuzluktu onu kalbinin derinlerinden devamlı kemiren o kekremsi duygu. Her şey tastamam yerindeydi, eğleniyordu, gülüyordu, kendisinin hürriyetine ket vuracak bir disiplin de yoktu etrafta; eğlenmek için her şeyi yapmak müstahaktı onun için; ama huzur eksikti içinde. Bir bunaltı, bir bulantı gibi. Devamlı nefesini arkasında hissettiği bir katil gibi...
“Bundan bir yıl öncesine kadar ben böyle yaşıyormuşum demek ki ha!?” dedi kendi kendine.
Bundan bir yıl önce, bir vesile ile buluşmuştu alnı seccadeyle. O an; o güne kadar hiç tatmadığı bir duygu kaplayıvermişti içini. Bunu o an hissetmişti ve daha da güzeli şimdi daha çok hissediyordu. Çünkü o duygu artarak, büyüyerek içini kaplıyordu her defasında yeniden. O gün bir daha kılmak istedi ve bir daha, bir daha... Bir yıldır; bu hasret kaldığı huzura dört elle sarılmıştı, “beş vakit”. Bunları düşünürken dudakları bir daha kıpırdadı hafifçe; “Elhamdülillah... “
Şimdi, o arkadaşlarına anlatmak istiyordu bu huzuru. Huzursuzluklarının farkına varmalarını sağlamak istiyordu. İçi bu “dert” ile dolmuştu şimdi. Anlatmak istiyordu, şu anda, bu avluda otururken içe dolan mutluluğun hiçbir partide, kafe ortamında bulunamayacağını. Hiçbir sevgiliyi beklerken duyulamazdı namaz vaktini beklerken duyulan “vuslat” heyecanı. Namazı kıldıktan sonra duyulan o tamamlanmışlık hissi; başka hiçbir işi eda ettikten sonra kaplayamazdı insanın içini. Hangi sarhoşluk benzerdi ki Allah aşkıyla kendinden geçmeye? Bütün bunlar kalbindeydi, henüz dünyaya dökülmemişti kalbinden, söze dönüşmemişti.
“Ama nasıl anlatırım ki” dedi sonra içinden. Sözle yaşanmıyor Müslümanlık, bu huzur dile gelmiyor. İçi buruk, kollarını sıvamaya başladı, birazdan hayatta hiçbir sözle anlatılamayan, yaşanmadan tadılamayan o yüce buluşmaya hazırlanmak için, “arınmak” için abdest almaya yürüdü şadırvana doğru... Huzura doğru... Dudakları kıpırdadı hafifçe;
“Bismillahirrahmanirrahim. “