Gülsüm Irmak
Suyun kaç derecede kaynayıp kaç derecede donduğunu herhalde herkes bilir. Ya su sodalı olursa donma derecesi ne kadar değişir? Peki ya sevgi kaç derecede donar?
Gezmek için geldiğimiz Van Gölü donmuş haliyle karşıladı bizi. Söylemeyi hep ertelediğimiz Van soğuğu takviyeli sevgimizi buz tutmuş haliyle kalbimizde taşırken buz tutmuş olan Van Gölünün üzerinde yürür bulduk kendimizi. Şu aralar çok bahsedilen buzullar bile erimekle meşgul ama bizim buz tutan sevgimiz erimeme inadında o kadar ısrarlı ki pes dedirtiyor artık. İnsanların sevgilerini söyleyerek paylaşmak yerine, kalplerinde saklayarak dondurduklarını kabullenme zorunluluğu kanımı donduruyor. Bizim bu don olaylarımızı kızgın lavlar paklayabilir mi bilmem ama şu kesin ki içimizden birinin minicik gayreti çözecek aradaki tüm buzları. Bunca kavganın, anlayışsızlığın, kopukluğun içinde kimsenin buz eritme gibi bir gayreti yok gibi. Kaç zamandır aranıp sorulmamış akrabalar, eski dostlar… Bunca iletişim nesnesi içinde bu kopukluk delirtir insanı. Kimse itiraz edip de “niye arayıp sormuyorsun kardeşim, delirtmek mi istiyorsun beni?” demiyor niyeyse. Aman bana ne! İtirazlarını içlerine gömdüklerine göre deliren de memnun delirten de. Hadi bakalım gittiği yere kadar…
Pusula bulunmadan önce insanlar karşı tarafta minicik bir kara parçasının bile görünmediği uçsuz bucaksız okyanusa açılmaya cesaret edememiş. İçlerinden kimileri okyanusun ardında yani gökle yerin birleştiği çizgiden sonra sonsuz bir uçurum vardır diye inanırmış… Şimdi ben elime her gazete alışımda okuduğum, savaşta canına kıyılmış masum çocukların, çaresizlerin, mazlumların haberleriyle, “eski insanlar haklı olsaydı da kötü olmak isteyenleri kötülükleriyle olduğu yerde bırakıp denizin ucundaki sonsuzluğa gidebilseydik” diyorum.
Güzelliklerle dolu bir dünya istiyor oluşumuz bizi birer fazlalık haline getirmişken, masumlar aşağılanıp hor görülmüşken, “dünya denen bu küre artık yaşanabilir olmaktan çıktı” diyor içimdeki hiç duymak istemediğim endişeli bir ses. Bu sesi hiç duymamış gibi yaparak yanıma bana yoldaş olacak bir dostla alıp başımı, doğal bir buz pisti haline bürünmüş Van Gölünün üzerinde, yaşanan üzücü olayların bizi bulamayacağı sonsuzluğa bir yürüyebilsem… Ama göl, üzerinde yürüyelim diye buz tutmuş da olsa, Türkiye’nin en büyük gölü de olsa kimseyi kötülüğün gelemeyeceği bir sonsuzluğa ulaştırmaya yetmiyor. Kötülüklerin olmadığı bir yer yoktur çünkü.
Kötüler, sınanışımız gereği bu imtihan dünyasında var olmak zorunda. Hem her işin suçlusu da kötüler değil nasıl olsa. Buz tutan kalbimizin sorumlusu kötüler değil kendimiziz mesela… Kötülerin varlığı da lüzumlu ama yine de keşke kötü niyetliler hiç olmasa. Kötü niyetliler, “hiç” olsa. Dünya kadar yaşanabilir bir gezegen bulunsa. Kötü olan ne varsa dünyada bırakılsa. Tüm güzellikler o gezegene taşınsa. Yine haset, yine şer canlanıverir bir yerlerden, oraya sadece “güzelliklerin ülkesi” denmiş olsa bile. Öyle ya kötü insanlar, iyi insanlardan da doğar. Çünkü insan değerini ebeveynlerinden değil eylemlerinden alır. İnsan, en güzel mekânı bile kirletebilen, yaptıklarıyla kendi kendini utandırabilen bir varlıktır. Ne gölün üstünde yürüyüp sonsuzluğa ulaşmak, ne de güzelliklerin olduğu bir gezegene taşınmak çözümdür sadece güzellik görmek için. En imkânsız işi de yapsak gazetelerde üzücü haberler okumaktan, kötülerle birlikte yaşamaktan kurtulamayız. Malum; sınanış gereği…
Gidişat berbat olsa da teslimiyet öyle bir ferahlık veriyor ki korkuya yer olsa da ümitsizliğe harbiden yer kalmıyor… Şimdi gölü kendi buzuyla baş başa bırakıp söylenmediği için buz tutmuş sevgilerimi yüreğime yüklüyor ve dönüyorum geldiğim istikamete, kötülerin arasında yaşamayı kabullenmeye… Mart kapıdan baktırıp kazma kürek yaktırsa da güzel bahar günleri kapıda. Göl buzları erimeye başladı bile. İçimizdeki buzları eritecek güneş hangi gün nereden doğacak bekliyoruz merak ve sabırla…