Apolitik bir fanusta kendinden başkasına vakit ayırmayan sarımtırak bir balıktım lise yıllarımda. Bir kavanoz kirli suyu, dünyam sanıyordum. İçinde bulunduğum su; beni küçük gösteren, dış dünyayı kocaman büyüten bir mercek halindeydi.
Bu yazıyı birilerine beğendirme kaygım yok tamam mı? Dövüşür gibi yazıyorum çünkü her satırında hüzünlerim var. Sadece içimden geçenler bunlar. Edebiyatı, seciyi bir yana koy bu yazıyı okurken…
Apolitik bir fanusta kendinden başkasına vakit ayırmayan sarımtırak bir balıktım lise yıllarımda. Bir kavanoz kirli suyu, dünyam sanıyordum. İçinde bulunduğum su; beni küçük gösteren, dış dünyayı kocaman büyüten bir mercek halindeydi. O kadar büyüktü ki dışımdaki âlem, ilk bakışta seçilemiyordu. Ya bir avuç sıvının kokuşmasını göze alıp kendimden bir dünyada çürüyecektim. Ya da intihar eden bir balık gibi, büyük bir sıçrayışla kendimin dışına atlayacaktım. Evet, yaptım bunu ve sıçradım… Bu; reddetmek, tepki vermek, itiraz etmek eylemleriyle cilalanmış bir oksijen tüpünü ömür boyu üstünde taşımak demektir. Durağan her örse çekiç olmak, ruhundaki egoizm pıhtısını bir sosyal boyut çatalıyla ya da Müslüman kimlik çırpıcısıyla dağıtmak demektir.
Benim de mazoşist yanlarımı bastıramadığım zamanlar oldu; “bilimsel kurbağa ameliyatları” yaparken ve kanatsız bir sineğin nasıl uçacağını irdelerken… Ama hiçbir zaman bir çocuğun kafasında delik açacak kadar vahşileşmedim anladın mı?
Koskoca matematiğin bir pi sayısını bile yuvarlayamamış olması akademik hayatın ilk noksanıydı benim için bir zamanlar. Çernobil’i bir çay markası sandığımdan ve Karadeniz’deki endişeleri algılamaya çalıştığımdan uzun bir süre çay içmeyişim, belki de tipik bir ölüm orucuydu. Bir naylon leğenin gözümün önünde yanıp erimesiyle tanıştım ilk petrolle ben. Bir naylon leğenin tüm dünyanın gözünde ulaşılması güç bir değer olmasına inanamıyordum. Ne zaman ki şişman topluluğun ülkesi diyetisyenlerine verecek para bulamama endişesine düşüp Ortadoğu’ya saldırdı ben de o zaman naylon leğenlerden iğrenmeye başladım. Amerikalı kahramanların atlarından inip kement atmasını tarhana kurusu kemirerek izleyen bir ergenlik dönemi mensubundan başka nasıl bir tepki beklenebilir ki?
Arkadaş sohbetlerine girmenin yolunun birkaç yabancı artist adı ezberlemekten geçtiği, parmaklarınla bir partinin işaretini korkmadan yapabiliyorsan büyümüş kabul edildiğin bir nekahet döneminde; farklı olmanın bir rock müziği salınımı yapmak olmadığını anlamam çok şükür ki geç olmadı.
Aman karanlık çöktü diye, Marks & Darvin markalı gece dürbünleri imal edip zorla gözünüze taktıran birkaç işgüzarla, şehitlerden müteşekkil bir tarihi izlemek; kapı çalınca pencereye koşmak kadar anlamsız bir eylemdir. Yine de tüm dürbünlerden ve at gözlüklerinden kurtulmak o kadar da kolay olmadı. Ne zaman ki güneydoğuda bir Mehmet öldü, o gözlükler tek tek toprağa gömüldü zaten.
“Senin sorunun ne biliyor musun dostum?” cümlesini ezberleyip, sırf bu cümleyi kullanabileceği ortamlar oluşturmaya çalışan on yedisinde biri için o sıralar vatandaşlık dersinde “vatandaş” kelimesi çok ta gerçekçi görünmüyordu. “vatandaş”, “bu ülkenin evladı”, “fert” gibi özneler kendi cümlelerinin öznesiydi ve bana çoğu kez “belirtisiz nesne” muamelesi yapıldı. İstediğim cümlelere özne olma kararı aldığımda; “hiçbir yere mensup olmadan kendi yalnızlığının kahramanı olmak” gibi bir safsataya da asla inanmadım. Çünkü ben bu toplumun bir ferdiyim anladın mı? Toplum, delikanlı filmlerde ezilmiş yanlarını merhemlerken, ya da kedi-fare dostluğu haberleriyle yumuşarken, iki kişinin bıçaklandığı haberin sosyal dramatikliğinden ziyade bıçak tutuş teknikleri ile ilgilenirken; ben tam da ortasındaydım fikri uçurumların. Elime aldığım bir kitapta Montaigne “aklımızın peşinden gidelim, insanların takdiri de canı isterse arkamızdan gelsin” diyordu ama başıboş bırakılmış her akılın bizi bir çukurun kenarında terk etmesi de mümkündü… Ve aklımı kemale erdirecek o Muazzam Kitaptaki sözleri hayatıma saçmaya başladığım gün, eciş bücüş suretler de hülyalarıma tebelleş olmaya başladı ve bu yüzden uykularım kaçıyor çoğu zaman anladın mı?
Ne zaman ki iyilerle tanıştım, sohbetimiz hep kötülerden açıldı…
Bak ben bunları ezilmiş olmanın asaletinden dem vurmak için yazmıyorum, ben çamurdan sıyrılan bir fidanın büyürken maruz kaldığı fırtınalardan afetlerden bahsetmek için de yazmıyorum. O ağacın başlı başına bir “şey” olmasından bahsediyorum.
Ben daha bir düşüncenin savunucusu olmadan önce bile bir şeylerin savunucusu olmak gerektiğini biliyordum anladın mı? Demek istiyorum ki ben bu yaşıma, bazı hatalar yapsam bile, gerçeklerle yüzleşerek geldim. Tüm Avrupa “Bosna” dramını görmezden gelip kıkırdak klipler izlerken, ben “ben Bosnalıyım” diyebiliyordum. Üçlü priz, modem, PC, telefon vs. arasında sanal görünüyor da olabilirim, ama varım ben. Anladın mı varım ben. Körler memleketinde görmek hastalık sayılırmış… O zaman varım ve hastayım ve iyileşmeye de niyetim yok. Çünkü ben bölünmüşler memleketinde bütüncül hisler besleyen çıbanım, yıkılmış hor görülmüşler memleketinde yapıcı düşünceler tasarlayan iltihabım… “Sen yanlışsın, hissiyatın tosbağanın arka bacağı gibi çirkin” dememek için güllü çiçekli metinler de yazarım, edebiyatla süslerim kelimelerimi, yazdıklarımı şiirleştiririm de çoğu kez…
Bak ben yola durmuş, bayrak direği gibi oraya buraya salınan bir “sıradan” değilim tamam mı? Orada bir yerdeyim, kararlı adımlarla geleceğe yürüyorum, arada bir de böyle dövüşür gibi yazı yazıyorum. Bazen de “tepki” topunu duvarlara çarpa çarpa oynuyor, gedikler açamasam da en azından ses çıkarıyorum.
Şimdi beynimle ve düşüncelerimle köşeme çekilip “bayan ağır baş olarak” bir kaşkol öreceğim kendime, şöyle uzunca… Bitirince kafamı, saçlarımı, başörtümü, boynumu, peruğumu sımsıkı saracağım kıştan (!) etkilenmemek için. Ve bahar geldiğinde (ki gelecek) o kaşkolü çözdüğümde bir kuş havalanacak sonsuzluğa…
Ve o kuş sahibini tanır, gideceği yeri de bilir anladın mı?
İki gözünde iki kanat
Bir çocuğun yastığına
Koyup başını,
Bir kuş sürüsü örtse üstünü
Ve tembihlese kuşlar;
“iki gözünde iki kanat takılı
çırp onları”
Bir sürüngen yumurtası kırarak
Gelmedin ki dünyaya…
Kaldırıp yüzünü yerden
Uçur kuşlara…
“iki gözünde iki kanat takılı
çırp toprağını”…
Bir kafese doldur
Boş sözlerini,
Bir kuşun üstüne bir “amin” bırak
Ağlamalar semaya akarak büyür
Sema “hüvelbaki”lere tutunarak
Şimdi göçmeni ol kahkahaların,
Büyüt damlalarda sırlarını..
“iki gözünde iki kanat takılı
uçur gözyaşını”
Ayşegül Genç