Hakk’a adanmak isteyen Sahabe’den beslenecek; hep böyle olmuş, böyle oluyor, kıyamete kadar da böyle olacak.
ana Hakk’a adanmak istediğini söylüyorsun. Seni tebrik etmekten başka bir şey elimden gelmez; kaldı ki bu da erken mi olur bilmem, çünkü bu bir baht işidir, herkese nasip olmaz.
İstemekle de olmaz aslında. Ama “vermeyi istemeseydi, istemeyi vermezdi” denmiş ya, istiyorsan, verileceğine dair bir ümit yeşerebilir. Ben seni o ümitle tanıdım zaten, o ümitle parladı gözüm, o ümide adandım, şimdi de o ümitle yazıyorum.
Bana “nasıl olacak” diye sorma, zira bu sorunun sadece sana has bir cevabı var ve bu cevabı kendin bulacaksın.
Hakk’a adanmak, O’nun izniyle alınıp verilen nefesler kadar çeşitli olabilir. Senin de kendine çizdiğin bir yol var, o nereye varır, bunu yaşayarak göreceksin. Bu kadar özel ve bu kadar yalnızsın. Ama her şey o kadar da hüzne sevk edici değil.
Eğer yolunu, hayatını Hakk’a adamış bahtiyarların yolları ile kesiştirmek diliyorsan ki ben Hakk’a adanmaktan bunu anlıyorum, işte o konuda bir şeyler söyleyebilirim.
Kendini Hakk’a adamış bahtiyarların hayatlarından devşirilmiş, kıyamete kadar Hakk’a adanmanın usulü olacak bir takım dersler var; bunları paylaşabilirim.
Kıyamete kadar Allah yolunun önünde güneş gibi parlayacak o büyüklerden gözüme yansıyan pırıltılar var; bunları nazarına sunabilirim.
Ama önce bir niyet yenilemesi yapalım mı? Neden Hakk’a adanmak istiyorsun, bunu hiç düşündün mü? Nam için mi? Statü mü? Kendini tatmin mi yoksa? Maksadın nedir?
Sana niyetin şu olmalıdır demeyeceğim.
Hakk’a adanmak, başka bir niyeti kabul etmeyecek kadar aşkın bir yoldur. Hakk’ın yoluna düşen ya da düşürülen, sadece yolun gerektirdiği niyeti elde edinceye kadar iflah olmaz. Olmaz, çünkü bu yolda niyetin kalitesi bellidir. O kalitenin ayarı ile kimse oynayamaz.
O kaliteyi elde edemeyeni patinaj yapar gibi yerinde saydırırlar. O kaliteyi elde edinceye kadar ne yapsan nafiledir, çünkü yol bizatihi niyettir, niyet ise samimiyet…Her menzile girişte pasaport gibi bunu sorarlar. Her çıkışta üstünü arar gibi, niyetini sorgularlar. Yol, niyettir. Hakk’a adanmak, kalbinin gözünü kırpmadan nazar edileceğe bakmaktır. Gözünü kırpamayacak olanın, başka bir şeye mecali kalmaz.
Baştan niyetini tashih eder ve samimiyetini hiçliğin ve yokluğun gölgesine park edersen, arzu güneşinin doğuşu da batışı da sana bir zarar veremez. Kısacası rahat edersin.
Rahatın olmadığı, başın sonda dürülü olduğu bu yolda rahatsız olmanın rahatı ile nasıl oldu, nasıl bitti, düşünmeye bile fırsat bulamadan sona erersin.
Son?
Niyetin neydi ki, sonsuzluğa uruc yolunda hemen sonu umdun?
***
Gelelim ikinci derse…
Yola azıksız çıkılmaz. Yolun azığı heyecandır. Bizi alıp götüren, bazen uçurup, bazen süründüren, ama biteviye yolda berdevam eyleyen, bir avuç heyecan değil midir? Hakk’a adanmak istediğini söylerken, sana bu sözü ettiren de işte o bir avuç heyecandır.
Heyecan azığını nereden elde edeceksin? Bu sorunun çok basit bir cevabı var. Hakk’a adanmışlar nereden elde etmişlerse oradan, başka bir yerden değil… Heyecanın bir kaynağı var. İşte o kaynağın adresini öğrenmen lazım. Adresi bir örnek üzerinden vereyim mi?
Çağın ince, zarif ve nazenin adanmışlarından birisi… Akışı engellenmeye çalışılmış, can suyu akıtan bir pınarı, karınca sabrı ve arı çalışkanlığıyla susuz topraklarla yeniden buluşturmaya adanmış bir Allah dostu...
Seyahati bunun için, yazısı bunun için, sohbeti bunun için, gayreti bunun için… Heyecansız olmaz ki bu işler. Engeller başka nasıl aşılır, temadiyet başka nasıl sağlanır, işbadan başka nasıl sakınılır? Kaynaktan sürekli beslenecek, doymayacak, hep aç kalacaksın.
Bir talebesi anlatıyor:
“20’li yaşlarımdayım. Yanına vardım. “Efendim, Halid bin Velid kitabınız ne muhteşem olmuş. Ne heyecanlandım.”
Sükûtu ve vakarı ile maruf kemal çağındaki o büyük adanmış, talebesinin bu sözlerini duyunca sanki yirmili yaşlarına dönüyor, ayağa fırlıyor, ellerini açıyor, yüzünde sanki o anın heyecanı, şunları söylüyor:
“Hele o Yermük’te düşmanla ilk yüzleşme anı yok mu, hele o ilk an yok mu?”
Yermük, Hz. Ebubekir zamanında Bizans’a karşı yapılan büyük bir savaştır. Sahabinin “ölüm üzerimize coştu” diye halifeden yardım istediği o dehşetli savaş… Halifenin ise “Ben size hemen yardım edecek birisini tanıyorum. Yardımı ondan isteyin: Allah…” şeklinde cevap verdiği o ölüm pazarı…
Kumandan Ebû Ubeyde b. Cerrah altı kat düşman karşısında ordusunun metanetini korumaya çalışıyor. Gözler, düşmanın teçhizatı ve çokluğu karşısında irice açılmış. Birazdan bir ölüm kalım mücadelesi başlayacak. İslam mücahidlerinin arasından bir genç fırlıyor.
“Ben, diyor, Rasulullah’ın yanına gidiyorum. Var mı benimle O’na bir mesaj ulaştıracak olan?”
Herkesin heyecanlandığı müthiş bir an; ümitsizce düşmana bakan gözlerde kıvılcımlar patlamaya başlıyor. O an, sinedeki başın, yârin, ananın, arkadaşın, evladın unutulduğu andır.
Ebu Ubeyde aslan gibi kükrüyor:
“Git ve benden selam söyle. De ki: Allah Rasulü ne vaat ettiyse onu bulduk, başkasını değil…”
Heyecanın kaynağı bu işte: Sahabi.
Allah’ın bütün insanlar içerisinde razı olduğu iki kafileden birisi Sahabi’dir.
Diğeri ise sahabelere güzellikle tâbi olanlar… Hakk’a adanmak yolunun azığı sahabeden devşirilecek heyecandır.
Heyecansız yola çıkılmaz; yolun azığı heyecandır. Heyecan ise kıyamete kadar Hakk yolunun yolcularına numune olacak o seçilmişlerin hayatlarında.
Onlarla buluşmadan olmaz. Hakk’a adanmak isteyene Sahabe’den beslenecek; hep böyle olmuş, böyle oluyor, kıyamete kadar da böyle olacak.