Devlet yıkılmaya doğru gidip de, bir zamanlar huzur ve adalet dağıtılan coğrafyalardan kan-revan içinde çekilinirken, en acı kayıplar Yemen’de verilmiş. Ama öyle sanıldığı gibi savaşlarda kırılmamış askerlerimiz. Salgın hastalıklar, susuzluk, farklı iklim şartları, merkeze uzaklık gibi dış etkenlerle, vatan evlatlarını Yemen’de bırakmışız. ‘Gidenin gelmediği’ Yemen, böyle bir yermiş işte. Hâlâ içimizi burkan…
Gidenin gelmediği söylense de meşhur türküde, ben gittim ve döndüm Yemen ellerinden. Kurban bayramını da içine alan 11 günlük bir program sebebiyle bulunduğum Yemen’den güzellikler ve iç açıcı haberler getirdim. Gördüklerim, geçmişi daha iyi anlamama, geleceğe daha umutla bakmama neden oldu.
Yemen’de sadece Osmanlıların değil, Sebelilerin, Himyerîlerin, Suleyhîlerin, Resûlilerin, Tâhirîlerin, Memlukların da izlerini buldum. Bu, benim gibi, tarihi galiplerin değil, mağlupların gözüyle okumayı çok seven biri için, gerçekten eşsiz bir tecrübe oldu. Radaa şehrinde Tâhirî sultanı Âmir b. Abdulhevvâb’ın yaptırdığı, şu anda Hollandalılar tarafından yürütülen restoresi bitmek üzere olan Âmiriye Medresesi’ni ziyaret ederken içim ürperdi. Anadolumuzun şehirlerine çok benzeyen sevgili Taiz’de Kahire Kalesi’ne çıkarken, Eşrefiye Medresesi’ni, Muzaffer Camii’ni izlerken gözlerim doldu. Cibla’da Suleyhî Kraliçesi Erva tarafından yaptırılan caminin ihtişamını yüreğime doldururken; Ma’rib’de, Sebe ülkesinin zenginliklerini müşahede ederken ve Belkıs’ın sarayının kalıntılarını gezerken, Kur’ân’dan ayetler okuyarak geçmişe döndüm…
Ve nihayet, Türkiye’ye dönüşümden hemen önce, doktorasını Yemen’deki Osmanlı hâkimiyeti üzerine yapmış bir tarihçiyle, Şeyh Ali Cârullah el-Hemdânî ile başkent Sanaa’da Osmanlı’nın izlerini sürdüm.
* * *
Büyük dedesi Hasan Paşa el-Hemdânî, Osmanlı’nın Balkanlardaki fetihlerinde komutan olarak yer alan Şeyh Ali ile Sana’a sokaklarında yürüyoruz. Bana anlatıyor: “Şurada Osmanlı karargâhı vardı. Şurası vilâyet binasıydı. Şurası…”
Osmanlıların Yemen valisinin konağını görmek üzere, kapısına asma kilit vurulmuş, yüksek duvarlı bir bahçenin önünde duruyoruz. Şeyh Ali, kapıyı zorlayarak önce kendisi giriyor, sonra da beni içeri sokuyor. Adeta emr-i vaki ile. “Mutlaka fotoğraflarını çekmelisin!” diyor. Yemen Valisinin konağı, şimdilerde Cemal Cemil Kız Okulu olarak hizmet veriyor. Bahçesinde, valinin dinlenip konuklarını kabul ettiği salon. Önünde, artık suyu çekilmiş bir şadırvan.
Ben büyük bir şevkle fotoğraf makinemi hazırlarken, köşeden, sadece gözleri görünen peçeli bir bayan çıkıyor ve azarlar bir mahiyette, fotoğraf çekmenin yasak olduğunu ihtar ediyor. Ben, mahcup bir misafir edasıyla susarken, Şeyh Ali kadına çıkışıyor: “Sen ne diyorsun? Burayı bunun dedeleri yaptırdı!”
Bahar havası kıvamında harika bir akşamüzeri, Şeyh Ali’nin yanından ayrılırken, bana doktora tezinin geniş bir özetini de sunuyor. Tezinin konusu, “Osmanlı Döneminde Yemen: Yemen’deki Osmanlı eserleri.” Eser deyince, sadece yapılar anlaşılmamalı. Şeyh Ali, Yemen’deki Osmanlı hâkimiyetini, eğitimden sağlığa, askeri düzenden ulaşım ve bayındırlık hizmetlerine, her yönden incelemiş. Mısır’da pekiyi derece ile kabul edilen tezinin sonucu şu: Yemen, Osmanlı döneminde, tarihinin her yönden en parlak zamanlarını yaşamıştır. Şeyh Ali, bugün Yemen ordusuna ve üst düzey bürokratlarına, tarihi konularda brifingler verecek kadar, sahasında uzmanlığı müsellem bir isim. Anlattığına göre, ordu mensupları, Yemen’in Osmanlı döneminde sahip olduğu imkânlara bakıp, “Burası gerçekten Yemen mi?” diye hayretlerini dile getiriyorlarmış.
* * *
Osmanlı Devleti, Yemen’e 1517 yılında, Yavuz Sultan Selim’in Ortadoğu’yu teslim alma siyaseti çerçevesinde uzanmış. Yemen, şimdi olduğu gibi, o zamanlar da stratejik bir noktada bulunuyormuş. Portekizlilerin saldırılarına karşı, Yemen’de üs bulundurmak, devrin Osmanlı siyasi elitine akıllıca gelmiş. Fakat Osmanlı Devleti, Yemen’e hiçbir zaman ‘asılmamış’. Yönetimini sembolik bir vali sürdürse de, asıl otorite, Zeydî imamların elinde olmuş. Kabileler, aşiretler ve mezhepler, 401 yıllık Osmanlı hâkimiyeti boyunca, herhangi bir baskı ve zorlama görmemişler.
(‘Toprakları üzerinde güneş batmayan imparatorluk’ Britanya, 1839’da Aden ve çevresini işgal edince, Osmanlı devleti, İngilizlerle savaşmak yerine, Sanaa ve çevresini elinde tutmayı tercih etmiş. İngilizlerin Aden merkezli Güney Yemen’deki hâkimiyeti, 1967 yılının sonuna kadar devam etmiş.)
Devlet yıkılmaya doğru gidip de, bir zamanlar huzur ve adalet dağıtılan coğrafyalardan kan-revan içinde çekilinirken, en acı kayıplar Yemen’de verilmiş. Ama öyle sanıldığı gibi savaşlarda kırılmamış askerlerimiz. Salgın hastalıklar, susuzluk, farklı iklim şartları, merkeze uzaklık gibi dış etkenlerle, vatan evlatlarını Yemen’de bırakmışız. ‘Gidenin gelmediği’ Yemen, böyle bir yermiş işte. Hâlâ içimizi burkan…
Nihayet 30 Ekim 1918 tarihli Mondros Ateşkes Antlaşması ile Osmanlı Devleti Yemen’den resmen çekilmiş. Ardında 401 yıl adaletle yönettiği boynu bükük, fakir, mahzun Yemenlileri, nice hatıraları ve muazzam ibretleri bırakarak…
* * *
Madem geçmiş, günümüze tutulan bir aynadır, o halde, Yemen özelinde Arap kardeşlerimizle ilişkilerimize dair önemli bir hususu dile getireyim:
Türkiyeli Müslümanlar olarak, onlara yaklaşımda yaptığımız en büyük yanlış, “Biz sizin ağabeyiniziz” yaklaşımıdır. Bu üslup hem onur kırıcı, hem günümüz gerçekleriyle hiç bağdaşmıyor. Hele buna bir de, oralara gidip, ‘görgüsüz Araplar’a terbiye öğretmeye kalkışanların çiğlikleri eklenince, mesele iyiden iyiye çıkmaza giriyor. En doğrusu ortak paydalardan gitmek ve ihtilaflı konuları bir kenara koymak. ‘Ağabeylik güdüsü’ ile baş okşamak değil, dostça el uzatmak ve uzatılan elleri sıkıca kavramak…
Bana sıkça şu soruluyor Yemen’den döndüğümden beri: “Osmanlı’ya, Türkiye’ye nasıl bakıyorlar?”
Bu soruya verdiğim cevapla bitireyim:
Biz onlara nasıl bakıyorsak, onlar da bize öyle bakıyor!