Hayatın diline düşme; geç kendinle dalganı…
Hani sen var ya sen!
İki kaşını yay gibi serbest bırakmak yerine birbirine çaprazlanmış iki ok gibi dayamayı ciddiyet sanan sen! Ayna karşısında elinde bir toz bezi ile suratındaki gülümsemeyi silmeye çalışırken aynan kırılırsa bil ki hali pür melaline gülmekten kırılmıştır… neden mi?. çünkü kırışmış pijamaların, dağınık saçların ve gözlerindeki çapaklarla tozu alınası biri varsa o da sensin..
Asık suratlı vakur başını bir yastığa koyuyorsun… eminim bir burnu olsaydı yastığının; saçındaki kepekler yüzünden hapşırırdı ve saçlarının dağınıklığında labirentten çıkmaya çalışan bir çizgi karakter gibi soluk soluğa kalırdı…
Yorganın kendisini satın aldığın gün tesadüfen vitrine konulmuş olmanın ceremesini hala çekiyor, işte o yüzden her gece on kere yere düşüyor ve bıkıyor ağlamandan çünkü üzerine göz yaşların damlarken burnun da mütemadiyen akıyor…
Çiçeklerin senden memnun değil açmıyorlar; sen gülmüyorsun onlar da gülmüyor.. Sen elinde sürahiyle kapıdan girince çiçekler hamam havlularını, keselerini hazırlıyorlar mı iç alemlerinde bilinmez ama kirden yunup suya kanmayı beklerken; sen bir sürahi suyu midene indirip basınçtan oluşan mide gazlarını açığa çıkarıyorsun.. çiçeklerinin üç yaprağı dökülüp, beş yaprağı sararıyor..
Eline kumandayı alınca; kumandan gıdıklanmaktan gülme krizi geçirip dili boğazına kaçıncaya kadar direniyor sana ve en nihayet tutukluk yapıyor. Tutukluğuna mı kızıyorsun gülmesine mi bilinmez bir iki tokatla ayıltıyorsun zavallı aleti; yüzün iyice geriliyor. Sen koridorda yürürken sanki duvarlar; moleküllerinde ki tüm bağlara inat sinelerini geriye çekiyor ve cüzamlı bir hastanın karantina sınırlarında kalmasını ister gibi yüz çeviriyorlar.. “yine geliyor” diyor ve iddiaya giriyor evin tüm kapıları “kolu sana takılacak, başını senin pervazına çarpacak, ceketinin astarını senin anahtarın yırtacak..” ve bahsi biri mutlaka kazanıyor.
Sen çorabını ciddi cümleler kurarak ve az önce yaramazlık yapmış bir çocuğu azarlar gibi sinirli kelimeler yuvarlayarak ararken çorabın her zaman ki yerinden sana bakarak sırıtıyor ve sen duymasan da; o sen yaklaşınca “sıcak,sıcak..”, uzaklaşınca “soğuk, soğuk..” diyerek seninle dalga bile geçiyor.
Mutfak eşyaların tüm akortlarını ayarlamış, repertuarını hazırlamış bir orkestra gibi senin gelmeni bekliyor; sen suratsız bir şef edasıyla girince mutfağa birkaç hareketinle müzik başlıyor:”tak-tak, şakır-şukur, pat-küt, şangırt,…” Ve sen sokağa çıkma kararı alınca sahibi olduğun madde güruhu da “düğün yapma” kararı alıyor.
Mahallende ağır ağır ilerlerken çocuklar göz uçlarıyla bakıyorlar sana bir gülümsesen hepsi gülümseyecek sanki… yanından geçen teyzeler gözlerinde bir şeyler arıyor mesela selam gibi bir şey .. komşularına “merhaba” dan sonra bir “nasılsın” deyiversen koyu muhabbetle işlenmiş bir psikolojik tedavide bulacaksın belki de kendini… yok yok vakur ve ciddi bir adamsın sen yok öyle şirinlik etmek..
Eşe, dosta veya bir yavru kediye sarılmak yerine sımsıkı sarılıyorsun paltona, yanaklarından atkın öpüyor yüzünü tırmalayarak, ellerinden eldivenlerin tutuyor.. buz gibi havada donmuş suların üstünde yürüyen ciddi bir adamsın, kardan adamlar bile senden daha sıcakkanlı duruyor. Kendini beğenmişlik ve karşıdakini hor görmüşlükle harmanlanan bakışlar fırlatıyorsun yanından geçen her gence. Soğuk bakışların her surattan gülümsemeleri topluyor mağrur bir zabıta memuru edasıyla.
Sonra bir şeyler oluyor, ayağının altından yer kayıyor. Yok hayır yer duruyor da sen kayıyorsun. Ağır çekim bir film karesi gibi ayakların yukarıya havalanıp kuşlara yaklaşırken, başın yerdeki karlara gömülüyor.
Vücudunun farklı yerlerindeki acılarla doğrulmaya çalışırken gözlerin sana yöneltilmiş bakışlara çarpıyor; dört okullu muzip göz, iki genç ve telaşlı göz, bir çift yaşlı ve buruşuk göz, kulaklarını dikmiş bir kedinin çakır iki gözü, gürültüyle havalanıp tekrar ağaçtaki yerlerine konan üç serçenin altı gözü.. ve bu gözler içinde kaybolan kendi kararsız gözlerin… Tüm bakışlar surattaki tek ifadeye kilitlenmiş bekliyor; gülümsemeye… sen bir karar vereceksin şimdi ya somurtup kızıp söylenip uzaklaşacaksın ya da….
Suratındaki hatlar yavaş yavaş yukarıya doğru çekiliyor, çatık kaşların hilalleşiyor, elmacık kemiklerin belirginleşiyor ve sen sen… işte gülüyorsun… tüm donmuş bakışlar eriyor ve bir ayçiçeği gibi sana dönen yüzler sırıtmaya başlıyor. Gülüyorsunuz hepiniz, espri olmadan, fıkra anlatılmadan, kahkaha efektleri ile uyarılmadan doğal bir işteş çatı kuruyorsunuz… gülüyorsunuz…. Gülümseyerek eve dönüyorsun.
Kapıdan girdiğinde yastığın seni buyur ediyor, sen onu kucaklıyorsun. Ocağa koyduğun çaydanlık sana en güzel çayını demliyor. Kapı kollarıyla bu kez musafaha ediyorsun. Çiçeğin bir gün daha susuz kalabilirim diye gülümsüyor olmaz deyip çiçeği suya boğuyorsun.
Yorganını yerden kaldırıp, kucaklayıp gözlerinden öpüyorsun ve telefon çalıyor, annen.. “düştüm anne yerçekimine yenildim” diyorsun. Annen “ ne? Kim çekti guzum seni, hangi uğursuz” diyor.. hepten yıkılıyorsun…
Merceğiyle Doğan
bir merceğin önünde mi
yoksa arkasında mı yaşlanır insan
neyi inceler kendinden başka
incelenen kimdir yine kendinden başka..
merceğin camında labirent yoktur,
karışıklık insanın bakışında.
değişkendir "algı" gibi,
kimi zaman iç bükey, kimi zaman dış bükey
gözlük gibi takılmıştır her sabit fikre...
ve zaman; güneş ışığı gibi masumdur
eğer dokunmazsa merceğe...