Bir taraftar gazetesini takip etmek, saatler süren futbol muhabbetleri, televizyon programları… Bunlar taraftarlıktaki ihlâsın, samimiyetin birebir göstergesi. Birçoğumuz fanatik bir Fenerlinin, Cimbomlunun aşkıyla dinimizi yaşayamıyoruz maalesef.
Mübarek bir Ramazan akşamıydı. Bir yere iftar davetine gitmiştik. Arkadaşlardan birine takılmak istedi canım biraz. Sordum:
- Sen hiç Süleymaniye Camiine gittin mi?
- Abi tabii gittim. Kaç senedir İstanbul’dayız hâliyle gideceğiz…
Benim ki de hınzırlık ya, bir soruda daha sordum:
- Peki İnönü Stadyumuna mı daha çok gittin Süleymâniye’ye mi?
Güldü delikanlı soruma, ama cevabı da cevaptı hani!
- Abi sen de kaşınıyorsun galiba. Tabii ki İnönü’ye daha çok gittim. Başka türlü olacak değil ya!
- Amma yaptın ha! Diye itiraz etmek istedim. Bakın bana ne dedi:
- Ne var Abi ya! O da mâbed bu da mâbed!
Gülmek mi lâzım ağlamak mı, bilemiyorum ama bu cevap üzerinde biraz düşününce, aslında arkadaşa hak verdim doğrusu. Süleymâniye gibi İnönü Stadyumu da bugün bir mâbet oldu artık. Varsa duymayan ister kabul etsin ister etmesin, bu böyle. Sultanahmet Camii neyse, Şükrü Saraçoğlu da artık o. Fatih Camii bir selâtin Camii ise Ali Sami Yen de Selâtin Stadyumudur.
Bunu itiraf etmek biraz zoruna gidiyor insanın. Stadyumlarla camilerimizi yan yana getirmek, aynı seviyede düşünmek giran geliyor. Ama zaman gelip stadyum cemaatinin cami cemaatine parmak ısırttığını, fark attığını görünce; “Camii ile stadyum bari aynı seviyede kalsın aman.” diyorsunuz. Bir hoca efendi vaaz verirken dinleyenler ile, Digitürk’lü bir kahvedeki maç izleyenlerin sayısına bakıp bakıp kahroluyorsunuz.
Arkadaşın sözleri sonraki günlerde aklıma takıldı kaldı, çıkmadı bir türlü. Futbol taraftarlığı ile dindarlık arasında bir kıyaslama yapmayı düşündüm bir ara.
Ben mesela âcizâne Fenerbahçeliyimdir. Fakat Rabbim affetsin takımımın ilk onbirini sayamam. Ne yapalım bizim taraftarlığımız bu kadar. Câhillik işte, vaktiyle öğrenemedik bir türlü. Elimizden tutup da Allah rızası için stadyuma bir götüren olmadı ki. Ahirette birilerinin yakasına yapışıp soracağım bunun hesabını, ama ben samimi itiraflarıma devam edeyim hele.
Maçları da televizyondan seyredemiyorum. Ne kadar gayret ettimse de olmadı, n’apalım. Ağır geliyor nedense. Takımıma olan imanım biraz zayıf herhalde. Allah affetsin işte, benden bu kadar.
Ama kendimden ümidi kesmedim. Ne demişler; Çıkmadık candan ümit kesilmez. Belki ben de ihlâslı bir Fenerbahçeli olabilirim. Maçları en azından ilk vaktinde takip edeceğim günler de gelecek elbette. Belki selatin stadyumlarda cemaatle izleyip aşkla şevkle, cezbeyle maç seyredeceğim günler göreceğim inşallah. Kâdirî dervişi gibi şevkimi ızhâr edip Cerrâhî dervişleri gibi hoplayacağım bir gol için. Nakşî mürîdânı gibi feryadımı gönlümde hapsedecek, rakibe döşenen gollere şükür için sımsıcak gözyaşları dökebileceğim birgün. Kaybedilen maçlara tevbeler edeceğim hıçkırıklarla…
Az bahtiyarlık mıdır sezon sonu şampiyonluğu görmek. Hacı olmak gibi bir şey bu yahu. Bunun sevincini lâyıkıyla idrâk etmek kaç kula nasip olur. Sarılıp davula zurnaya, konvoyun peşine düşmek, baş açık yalın ayak…
Bir taraftar gazetesini takip etmek, saatler süren futbol muhabbetleri, televizyon programları… Bunlar taraftarlıktaki ihlâsın, samimiyetin birebir göstergesi. Birçoğumuz fanatik bir Fenerlinin, Cimbomlunun aşkıyla dinimizi yaşayamıyoruz maalesef. Bir derbi maçta yaşanan heyecanı, kaçımız Bayram namazında, Cuma namazında hissediyoruz. Bunlar dininde diyânetinde olan insanlar tarafından düşünülmesi gereken hususlar bence…
İki genç kardeşim, hidâyetime vesile olmak istercesine, beni ikna edip götüreceklerdi Fener’in maçına. İyiden iyiye kıbleyi doğrultmuştum o günlerde. Maça gitmeden önce stadyumun usul-erkânını, orada riâyet edilmesi gereken âdâbı öğretmek istediler. Dediler ki:
- Bak abi her şeyden önce hâlisâne tezâhürât yapacaksın. Allah ne kadar ses verdiyse bağıracaksın tamam mı?
Bak şimdiden söylüyoruz ona göre! - İyi de ben gelip sessiz sedâsız seyretsem, bağırmasam ne olmak ihtimali var?
- Oradaki gençlerle başın belâya girer…
- Hadi canım sen de… İyi o zaman ben de playback yaparım. Bağırıyormuş gibi ağzımı açar açar kaparım.
- Bak abi sen anlamadın. Biz sana bağırıyormuş gibi yapmaktan bahsetmiyoruz. Bağıracaksın diyoruz. Yırtınırcasına… Suratın turp gibi kızaracak. Boyun damarların kabarıp, parmak gibi olacak. Ne play-back’i, klip çekmeye gitmiyorsun, Fener’in maçı bu.
Sonradan düşündüm de, ben ne münâfık bir adamım ya… Mürâîliğimden utandım. Sen stada git de Allah’tan korkmadan, kuldan utanmadan bağırıyormuş gibi yap. Aaahhh ahhh… Bir gidecektim de, Fenerli kardeşlerim benim riyâkârlığımdan tiksinip takdir buyurdukları köteği bir güzel tatbik edeceklerdi.
Şeytan bırakmadı yakamı. Devam eden günler de Süleymaniye Camii ile bir stadyumun inşaları esnasında yaşanan hadiseleri mukayese etmek geldi aklıma.
Birini İstanbul’un en güzel tepesine kondurmuşlar, uçuverecek bir kelebek gibi. Diğeri kurutulmuş bir bataklığın kenârında, solgun renkleriyle bir nilüfer çiçeği sanki. Öbürü Papaz’ın Çayırı’nda açmış yaban gülü…
Derler ya hani; Süleymaniye’nin her taşı abdestle ve besmeleyle konulmuş diye… Hatta Muradiye Camii’nin inşasına ara verilip önce bir hamam yapmışlar. İşçiler çalışırken zaman zaman abdestlerini tazeleyebilsinler diye. Acaba bu bizim stadyumları yaparlarken önce helâsından mı başlarlar ne. Çalışan işçiler abdestini bozsun da, taşını, tuğlasını taharetsiz koysunlar diye..
Maç boyunca ekseriyetle küfrün bini bir paraya gidiyor ya… Acaba bu küfürler tâ inşaat esnâsında mı başlıyordu. Her taşı, her kürek harcı bir küfürle konuyordu belki:”Ülen senin gibi müteahhidin ben var ya…”
Eee… Mâlum. Süleymâniye’de çalışan her işçinin emeğinin karşılığı, alnının teri kurumadan verilmiş… Acaba stadyum inşaatında da kuruş almadan günlerce çalışan işçisi, ırgatı, açlığın acısını nasılına çıkardı. Süleymaniye şantiyesinde, hayvana bile insan muamelesi yapıldığını okuyoruz. Bir stadyum şantiyesinde, hayvan yerine konan işçinin ver yansın edişinin yankıları mıdır bu gün stadyumlardan kulağımıza gelen sesler: Ülen müteahhit ben senin…
Süleymâniye’nin dört sütunu memleketin dört bir yanından getirilmiş. Stadyumda top koşturanlar da dünyanın dört bir yanından getiriliyor. Tek mahareti topun ardınca koşturmak olan âdemoğlanlarına milyoncuklar ödeniyor tıkır tıkır…
Süleymaniye’nin kalem gibi minârelerinden yanık sesli müezzinler günde beş vakit namaza çağırırken, bu hayat bahşeden çağrıya topu topu bir saf cemaat icabet ediyor. Üsküdar’da bir kahvehane. Penceresinden bülend-âvâz iki münâdî: Maça, Maça, Maça… Haydin Maça… deyu nidâ ediyor. Bakın en küçük futbol mâbedinde bile çifte müezzin ile davet ediyorlar insanı. Mâbedin dolup son cemaat yerinde dahi bir yığın delikanlının olduğunu söylemeye ne hâcet. Milli maçlar zaten Bayram Namazı gibi mübarek. Davete de gerek yok, herkes vakt-i saatinde seyre muntazır.
Cuma günü Cami’de yardım kutusuna bozukluk atmayıp da, bir köşeye sıkışarak maç seyredebilmek için temizinden 5 kağıdı gözünü kırpmadan çıkartıp verenlere ne demeli: “Helal olsun be!” demeli, daha ne diyeceksin!
Sözün özü şudur ki; ne yapıp etmeli yine bizim mâbedleri doldurmalı. Zamâne mâbedlerinden, evvel-zaman mâbedlerine transferler yapmak lâzım velhâsıl.
Haydin gençler maça. Maç’a, Maç’a, Maç’a… Haydeee uyanıınn… Maç uykudan hayırlıdır. Oynanacak son bir maç kaldı bu mâbedde. Seyri ömre bedel…