Yusuf Deren
İnternet malumatıyla adam çarpmaya çalışıyoruz. Ekşi sözlük bilgileriyle donanıp, bilgili adam ayağına yatıyoruz. Artık forumlarda, haber sitelerinde, sair internert ortamlarında herkes birşeyler karalıyor. Kimse birbirinin yazdığını beğenmiyor, en kıytırık haberi bile binlerce kişi okuyup yüzlerce kişi yorumluyor.
Okudukları kitaplar getirdiyse onları bu hale, bıraksınlar kitap okumayı filan. İyi yaşamayı cuma günleri sinemaya gitmek, yemeği dışarıda yemek zannediyorlar. (Babanın evinde de mi böyle yapardın?)
Hâlbuki Amerikalı bunu yüz yıldır yapıyor. En sefil Amerikalı bile her hafta bir filme gidebilir, sabah espressosunu bir cafede yudumlayabilir...
Ama bizim bazı sonradan görme yazarlarımız hayli geç kaldıklarını bir türlü kabullenmek istemiyorlar. Bol ahkam kesmek, yeni duyduğu bir şeyi sanki yüz yıldır o işin içindeymiş gibi anlatmak, iyi giyinip, iyi mekanlarda yemek yemek entelektüel olmaya yetiyorsa kim neden kamuslar, ansiklopediler devirsin ki?
İnternet malumatıyla adam çarpmaya çalışıyoruz. Ekşi sözlük bilgileriyle donanıp, bilgili adam ayağına yatıyoruz. Artık forumlarda, haber sitelerinde, sair internert ortamlarında herkes birşeyler karalıyor. Kimse birbirinin yazdığını beğenmiyor, en kıytırık haberi bile binlerce kişi okuyup yüzlerce kişi yorumluyor.
Geçenlerde bir yorum okudum çok güldüm. Bir ünlünün kaza yaptığı haberi var sitede. Altına güzel insanlarımızdan birisi şuna yakın bir yorum yapmış: “Sayın ...’ya Allah’tan şifa diliyor, kederli ailesine de geçmiş olsun dileklerimi sunuyorum” Sanırsınız, üzüntüsünü dile getiren, Lüksemburg Büyük Dükü.
(Vaktiniz olursa haber sitelerine gelen yorumları okuyun ve Allah’a şükredin, derim.)
***
Hepimiz topyekûn bir cahilliği yaşıyoruz. Ama hiç birimiz az bildiğimizi, araştırmadığımızı kabullenmek istemiyoruz. Onun için televizyon programlarımız kıraathane muhabbetlerine rahmet okutan diyaloglara sahne oluyor. Acaba televizyondaki birçok program hayvanca olduğundan mı anketlerde “belgesel izleyenler” açık ara önde göğüslüyor ipi. Yoksa, kültür sanat programlarını, belgeselleri fazla ipleyen yok görüldüğü kadarıyla. Reyting raporlarının yalancısıyım.
Bakın ben dahi belgeseli hayvanlarla ilişkilendirdim. Ama ne yapabilirim ki. Belgesel olarak bize hep, süzülen ceylanları, avına yönelen vahşi yılanları, ölümüne koşan çitaları gösterdiler. Tarihi bir gerçekliği belgelerle anlatan filmler, biyografik yapıtlar, önemli olaylar... bunların da belgesel olduğunu söylemediler. (RTÜK diye bir kurum var biliyorsunuz. Bu güzide kurumumuz televizyonlara uygunsuz yayınlarından ötürü belgesel yayınlama cezası veriyor. Mesela akşam haberlerinden hemen sonra bir bakıyorsunuz, anakondaların beslenme sorunlarıyla alakalı bir yayın. Al sana belgesel! Boş zamanında kitap okuyup belgesel izliyordun ya. İzle bakalım!)
***
Yoksunluk günlerimde anket yaptığım için (diyeyim ki bundan dört sene önce) bilirim. Anket yapacağınız kişi önce “işim var” filan demeye çalışır. Siz öğrenci olduğunuzu, bundan para alacağınızı, zaten anketin kısa olduğunu ve hemen biteceğini filan söyler ve en sonunda ikna edersiniz karşınızdakini. İkna olur ama şunu da eklemek zorunda hisseder kendini: “Tamam ama telefonumu vermeyeceğim”
Çünkü fişlenmekten filan korkar. Zanneder ki devlet onu potansiyel tehlike görmekte ve onun ağzından çıkan kelimelere bakmaktadır. Bu tür anketlerde yerel sorunlarla alakalı bir sözcük bile alamazsınız muhatabınızın ağzından. Çöpler zamanında alınmıyor dese belediyenin gelip dükkânı mühürleyeceğini zanneder. Sokak ışıkları yanmıyor dese sittin sene ışıksız kalacağı korkusunu yaşar.
Bunun için bu tür anketlerde “en çok güvenilen kurum”un askeriye çıkmasında Türk milletinin orduyu Paygamber Ocağı görmesinin yanı sıra biraz da “acaba başka kurum adı söylesem, çocuğumu askeri okula almazlar mı?” kuşkusunun da payı vardır.
Bu anket işinden epeyce para kaldırmışlığım var (Kusura bakmayın, yazının konuşma havasında gittiğini dikkate alarak biraz argo kelimelere yer veriyorum).
Bir aralar ‘Liberal Düşünce Topluluğu’nun anketlerini yapmıştım. Beş sene öncenin parasıyla anket başına iki milyon eski Türk Lirası vermişlerdi. Konu Avrupa Birliğiydi. Ve her akşam yaptığım anketin parasını peşin ödüyorlardı. O zamanlar değirmenin suyunu merak etmemiştim. Ama geçenlerde Atilla Yayla’nın Emin Çölaşan’a Avrupa Birliği fonlarından ne ölçüde yararlandıklarını açıklamasından sonra anladım ki değirmenin suyu...
***
Anketlerde gösterdiğimiz iki yüzlülük, internet ortamındaki kirlenmeler, bilgisizliğimizi kamufle çabalarımız... Evet bunların hepsini incelediğimize göre konuyu çok daha önemli bir noktaya getirmek istiyorum. İçimi kanatan, duyduğumda sadece ve sadece ağlamak istediğim bir konuya: Çocuk istismarına.
Yazının burasında www.lightamillioncandles.com adresindeki siteye giriyorum. Hemen şu cümle karşılaşıyorum. WE DO NOT NEED YOUR MONEY, WE NEED YOU TO LİGHT A CANDLE OF SUPPORT. Türkçesi, zannedersem: PARANIZA İHTİYACIMIZ YOK, BİR MUM YAKARAK VERECEĞİNİZ DESTEĞE İHTİYACIMIZ VAR.
Siteden öğrendiğim bazı bilgileri paylaşmak istiyorum:
- İnternet üzerinde 100 000’i aşkın çocuk pornosu sitesi var.
- Bu sitelerde 20 000’i aşkın çocuğun görüntüsü var.
- ( Binlerce) 3 yaş ve daha küçük çocuklar (bile) bu rezilliğin kurbanı.
- On-line çocuk pornografisi multi milyar dolarlık bir endüstri. Öyle büyük bir sektör ki on-line müzik sektöründen kat be kat büyük.
Benim istediğim şey şu. “Bu müstehcen bir konu, bizim bunlarla ilişkimiz olmaz” demeyip bu konuda sesimizi yükseltelim. Ne yapılır bilmiyorum. Ama muhakkak birşeyler yapılmalı. Rusya’da iki milyon kadar sokak çocuğu varmış. Bunlar aç gözlü, canavar, aşağılık, şerefsiz bir sektörün potansiyel kurbanları. Bu çocuklar geleceği olmayan çocuklar. Kendi iradeleri dışında sürükleniyorlar bu uçuruma. Hatta bir kısmı filmler çekilip, görüntüler alındıktan sonra öldürülüyorlar.
Neyseki çocuk pornosu bulundurmak, satın almak, yaymak, izletmek suç. Ülkemizdeki yasal düzenlemeleri bilmiyorum ama dünyada böyle bir suç tanımı var. Benim korkum, yıllar geçip de bu lanet olası eylemin de kişisel özgürlük kapsamına alınması. O günler gelmeden, önlemimizi alalım ve bu sapkınlığın kişisel özgürlükle uzaktan yakından alakası olmadığını haykıralım.