
Muhammed Ömer Kurnaz
Tefekkürde, aksiyonda, tarihte, şiirde, tiyatroda zirvedeki yeriniz çok muhkem bir şekilde duruyor. Eski bir gazete sayfasında, vefatınız ardından bir yazarın “Necip Fazıl’ın cenazesinden geliyorum dostlarım, şiir öldü!” diye yazdığını; bir başka yazarın da hakkınızda “Bir mısraı bir millete şeref vermeye yeten şair” dediğini sizinle paylaşmak isteriz.
Muhterem Efendim, “Hiçbir boşluk bırakmadan, her tarafı ve her şeyi doldurarak” aramızdan ayrılışınızın üzerinden otuz yıl geçti. Fikirde, sanatta, edebiyatta, aksiyonda…
Hiçbir boşluk bırakmadınız, bir boşluk kaldıysa o da size olan hasretimiz.
Aklımızın kestiği yaşlarımızda annemizden, babamızdan duyduk ilkin adınızı. Sizinle aynı anda hayatta olamadıysak da çok şanslı bir nesil sayılırız. En azından sizinle aynı zaman diliminde yaşamış, sizden beslenmiş anne ve babalara sahibiz.
Ahmet Necip’tiniz, büyüdünüz Fazıl oldunuz. Milyonların sizi yücelttiği, göklere çıkarttığı bir zamanda cüceye verdiniz şairliği, yazarlığı. Gözünüz büyük sanatkârlıktaydı. Dillerdeydiniz, önce zindanlara girdiniz, sonra gönüllere.
“Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak!” diye haykırmışsınız tek başınıza, kollarınızı makas gibi açarak. Şimdi, ciğerinizden kaleminize kan çekerek oluşması için yırtındığınız, kıvrandığınız, zindanlarda çürüdüğünüz gençlik olarak her birimiz, “Durun kalabalıklar!” diye haykırıyoruz. Haykırırken sizin ayakları yere sağlam basan tavrınız var üzerimizde. “Ben yoksam, kimse yok.” kararlılığındayız.
Çağdaşınız, bir başka büyüğümüzün ifadesiyle, düşüncenin bir kuduz köpek gibi kovalandığı bir ortam ve zamanda, fikrinizin davacısı olduğunuz, bu yüzden ömrünüzü zindanlarda çürüttüğünüz günler geride kalmak üzere. Bu, sizin sayenizde oldu. Allah demenin suç olduğu bir zamanda siz hakkı tutup kaldırmasaydınız, ayaklarınız bu topraklar üzerine sağlam basmasaydı hâlâ aynı durumda olacaktık. Türk gençliği size minnettardır.
Buz dağlarını nefesinizle hohlaya hohlaya eriterek, Anadolu’da üzerine çıkmadık taş bırakmayarak ağza erimiş kurşun dökülmesinden daha beter şartlarda, kesenizden, huzurunuzdan ve nihayet hayatınızdan kaybede kaybede kırk küsur yıldır maya tutması için mücadele ettiğiniz gençlik neşvünema buldu. Ektiğiniz tohumlar yeşerdi üstad. Sizin çocuklarınız, ömrünüzü uğrunda harcadığınız gençler, bugün ülkenin milletvekili, bakanı, başbakanı, cumhurbaşkanı oldular. Çorak ovalara ektiğiniz tohumlar aşk ve vecdinizle yeşerdi. Türkiye’nin bütün okullarında sizi anma faaliyetleri yapılıyor. Bu çerçevede size mektup yazma fırsatını yakaladık. Sizi arada bir değil sık sık anacağız. Size minnettarız, duacıyız.
Aziz Üstad,
Dün sizi susturmaya çalışan, Zindan Palas’larda parmaklıklar ardına kapatarak size eziyet eden, ders kitaplarından adınızı kazıyan, sadece size mahsus kanun çıkaranlar; yetiştirdiğiniz gençliği de boğmak istediler. Ama başaramadılar. Dininin, dilinin, fikrinin davacısı gençlik buna izin vermedi. Sizi önce göklere çıkaran, sonra da bütün güçleriyle yerin dibine batırmaya çalışan, mürteci diye yaftalayan, zamanı kokutan, alçaldıkça tabana yükseldiklerini sanan devrimbaz kodamanlar tarih olmak üzere, borazanları ötmüyor artık.
Alıp beni götürsün tam dört inanmış adam, dediniz. Sizi, bütün engellemelere rağmen milyonlar sırtladı. Her taşına ayak bastığınız Anadolu’dan cenazenize akın akın geldi gençler. Naaşınızdan bile korkan yerli işgalcilere rağmen Anadolu gençliği omuzladı sizi.
Tefekkürde, aksiyonda, tarihte, şiirde, tiyatroda zirvedeki yeriniz çok muhkem bir şekilde duruyor. Eski bir gazete sayfasında, vefatınız ardından bir yazarın “Necip Fazıl’ın cenazesinden geliyorum dostlarım, şiir öldü!” diye yazdığını; bir başka yazarın da hakkınızda “Bir mısraı bir millete şeref vermeye yeten şair” dediğini sizinle paylaşmak isteriz. Evet, bize göre siz hâlâ şuaranın sultanısınız.
Yılanlı kuyudan soracak olursanız birçok müspet gelişmeye rağmen menfilikler de yok değil. İşgal ordularının bile yapamayacağı bir cinayetle bizi ruh kökümüzden uzaklaştıran lisan faciası ne yazık ki devam ediyor. Zamanınızda “kurbağa dili” dediğiniz dilimiz cikcik diline dönüştü. Onu da düzeltmek boynumuza borçtur.
Üstad,
Eserleriniz yolumuzu aydınlatıyor. Bir örümcek ağı gibi dantel dantel ördüğünüz ideolocyanız, Anadolu gençliğinin neşvünema bulması için ektiğiniz tohum, çektiğiniz çile… Son devrin din mazlumlarını, sahte kahramanlarını tanıdık sizinle. Çöle inen nur aydınlattı bizi, kutsal emanete sahip çıktık, sonsuzluk kervanına katıldık, şimdi büyük kapı önündeyiz.
“Nedir suratımda bu çukur yollar?” diyorsunuz. Bir fotoğrafınız var karşımızda. Yüzünüz Sakarya’nın kıvrımları gibi. O ne insicamlı kıvrımlar? “Alınlar görmüşüm ki vatanımın coğrafyasıdır. Her kırışığı, sorulacak bir hesabı; her çizgisi, tarihten bir yaprağı anlatır.” diyor bir öğrenciniz, ne kadar doğru. Yüzünüz, başka bir şairimizin tasviriyle “tüm inanmışların haritası” gibi.
Muhterem Üstad,
Bize hitabınız kulaklarımızda yankılanıyor: “Genç adam! Bundan böyle senden beklediğim, manevî babanın tabutunu musalla taşına, Anadolu kıtası büyüklüğündeki dava taşını da gediğine koymandır.” Anadolu kıtası büyüklüğündeki dâva taşı, bizlere tek vasiyet olarak arz ettiğiniz üzre gediğine yerleşiyor; çoğu gitti, azı kaldı. Bundan emin olabilirsiniz, size söz veriyoruz.
Alıp beni götürsün tam dört inanmış adam, dediniz. Sizi, bütün engellemelere rağmen milyonlar sırtladı. Her taşına ayak bastığınız Anadolu’dan cenazenize akın akın geldi gençler. Naaşınızdan bile korkan yerli işgalcilere rağmen Anadolu gençliği omuzladı sizi.
Üzerinde acemi terzi elinden çıkmış, soluk ve buruşuk bir ceket ve pantolon, çekingen ve kaygılı, yılgın ve kuşkulu, dilsiz ve iddiasız Anadolu gençliği; sizin tefekkürünüz, aksiyonunuz, estetiğiniz, aşkınız, cehdiniz, sanatınız, duanız, gözyaşınız neticesinde bugün kendisini bu topraklar üzerinde ev sahibi olarak görüyor, yüzünde hâkimiyet edası taşıyor.
Siz, “kaldırımların çilekeş yalnızı”; siz, “şairler sultanı”; siz, “göklerin çektiği kartal”; siz, “düşünce ve edebiyat hayatımızın dinmez ve sinmez kalemi”; siz, “gaibi kurcalayan çilingir”; siz, “gözyaşıyla ıslanmış hamur” ; siz, “Allah yolunun divanesi”; siz, “hayattan muhacir, eşyadan öksüz”; siz, “sırtında taşıyan işlenmedik günahı”; siz, “İslâm’ın onuru için çağın çelik yüzüne karşı koyan elmas kas”; siz, “cemiyetin doğum sancısı”; siz, “mukaddes emanetin dönmez davacısı”…
Aziz Üstad,
Beşinci devrenin kapısını araladık. Ülkemizi aydınlatacak bir ışık tayfı… Aydınlık günler özlemiyle sizin dilinizce size sesleniyoruz:
Üstad, sevinin, başımız yüksekte!
Sizin sevginiz oldukça yürekte,
Bu tekerlek hiç kalır mı tümsekte?
Ellerinizden öperiz, ruhunuz şad olsun.