Murat Kaya
Sehl bin Abdullâh (r.a) şöyle anlatıyor: Âd ülkesinin bir köşesindeydim. Birden taşlara oyulmuş bir şehir gördüm. Ortasında da taştan bir saray vardı ve cinler oraya sığınmışlardı. Oraya girdim. Karşıma iri bir ihtiyar çıktı. Kâ’be’ye doğru namaz kılıyordu. Üzerinde yünden bir cübbe vardı. O kadar güzel ve yeni bir cübbe idi ki ihtiyarın iriliğinden çok cübbesinin yeniliğine şaşırmıştım. Selâm verdim, selâmımı aldı ve şaşkınlığımı farkederek:
“–Ey Sehl, elbiseleri bedenler eskitmez. Elbiseleri eskiten günahların kokusu ve haram yiyeceklerdir. Şu gördüğün cübbe yediyüz senedir üzerimdedir. Bu cübbe üzerimdeyken Hz. Îsâ’ya ve Hz. Muhammed’e kavuştum ve ikisine de îman ettim.” dedi. Ben:
“–Sen kimsin?” diye sordum. Şöyle cevap verdi:
“–Haklarında şu âyet-i kerîmelerinin nâzil olduğu cinlerdenim: «(Rasûlüm!) De ki: Cinlerden bir topluluğun (benim okuduğum Kur’an’ı) dinleyip de şöyle söyledikleri bana vahyolunmuştur: Gerçekten biz, doğru yola ileten hârikulâde güzel bir Kur’an dinledik de ona iman ettik. (Artık) kimseyi Rabbimize asla ortak koşmayacağız...» (el-Cin, 1-2).” (Suyûtî, Lübâbu’n-Nukûl, II, 180-181; İbnu’l-Cevzî, Safvetu’s-Sufût)