Gökhan Erton
Sinema başlığı altında editörümün de telkinleri doğrultusunda nasıl daha ideolojik(!) bir yazı yazılır diye düşünürken, kendi kendime sordum “Ben niye sinemaya giderim?” diye.
Sen ne düşünürsün bilmem Genç kardeşim ama, benim aldığım cevap fazlasıyla pragmatik oldu. Gelen ilk cevap; hayatım boyunca belki hiç yaşamayacağım tecrübeleri perdeden hayatıma transfer ederek olaylara karşı farklı bakış açıları geliştirebilmemi sağlaması idi. Bazen hayatın bilinmeyen gerçeklerini, bazen senaristin hayal dünyasında yaşattığı bir hikayeyi, bazen memleketimden yaşam sahnelerini, bazen çeşitli sosyal ve kişisel kısıtlarımız dolayısıyla ulaşamayacağım mecralarda geçen gerçek hayat hikayelerini, bazen bol propaganda malzemeleriyle süslenmiş savaş ve kahramanlık sahnelerini… Hem de iki veya üç saat gibi kısa bir süre içerisinde. Hayat tecrübesinin ardından sayabileceğim ikinci husus ise yoğun duygu transferi.
Duygu transferi deyince beni yüreğimden vuran bir sahneyi seninle paylaşmadan geçemeyeceğim. Sahne hiç umulmadığı halde 2006 en iyi film Oscar’ının sahibi Crash (Çarpışma) isimli filmde geçer. Silahın ateşlenmesiyle sarılmakta olduğu küçük kızının vurulduğunu düşünen bir babanın feryadıyla başlayıp silahın boş olduğunun anlaşılmasıyla sona eren sahnede birkaç saniye içerisinde öyle yoğun bir duygu transferi yaşanıyor ki, acı nedir diye soracak olursan, bu sahneyi tarif ederim. Filmi izlemediysen, koş bir DVD mağazasına.
İşte sinemanın elindeki silah da bu ya! Oyunculardan dekora, görüntü ve ses efektlerine kadar tamamen yalan bir dünyanın önüne bir tane mercek koyuyorlar, arkasına da seni. Ve bu basit düzenek üzerinden yukarıda bahsettiğim olayı sana yaşatıyorlar. Zaten sinema da bunu gerçekleştirebildiği ölçüde sanat değil mi? Hani yönetmenin başarısı da bizzat kendi yaşadığı duygulara veya senaryo karşısında hayalinde kurduğu dünyaya ne kadar düzgün ayna tuttuğu ile doğru orantılı değil mi? Yoksa Hollywood veya Bollywood (Hint sineması)’un ve yine Yeşilçam’ın sırf eğlence amaçlı ısmarlama filmleri mevzu bahsim değil.
Yani diyeceğim o ki benim için önemli olan film bittikten sonra bana kalandır. Sinema çıkışında “Vay be şu dünya da böyle böyle olaylar da oluyormuş kardeşim”, diyebiliyorsam, kendimi karlı sayarım. Bu açıdan bakıldığında en risksiz iletişim araçlarından biridir de. Hani filmi beğenmediysem, kaybettiğim en fazla 2 saatle bilet paramdır. Sonunda hiç hazzetmeyeceğim bir romana harcadığım zamandan kat kat iyi…Sinema ise bence son derece artistik ve fonksiyonel.
Son olarak Zeki Demirkubuz’un yeni başyapıtı kabul edilen Kader’i ve yazıyı teslim ettiğim sırada pek yakında listelerinde bulunan Takva’yı kaçırma derim.
Vesselam..