
Önümüzde, dindarların ve dindarlık formlarının sosyal ilişkilerdeki doğal etkisini kırmak, ötelemek ve suça dönüştürmek isteyen bir “söylem” ve bu söylemin deşifre ettiği bir “sosyolojik olarak Müslüman profili” var.
Bir toplumun içinde doğup büyümenin getirdiği bir takım alışkanlıklar ve kazanımlar vardır ki insan ister istemez bunlara uyar veya uymak zorunda kalır. Kendini “sosyolojik olarak Müslüman” olarak görmek ve tanımlamak da aslında gerçek bir mü’min olmadığı halde kendini bu hal içinde bulmanın itirafıdır. Sosyolojik olarak Müslüman olmak tabirini ilk defa, İstanbul Üniversitesi’nin eski bir rektöründen işitmiştik. Son günlerde, bir zamanlar sahne ışıklarından gözleri kamaşan bazı sözde sanatçılar, çelişkiler yumağı içinde, birtakım gelgitlerle sosyolojik olarak Müslüman profiline uygun davranışlarla arzı endam ediyorlar. Önümüzde, dindarların ve dindarlık formlarının sosyal ilişkilerdeki doğal etkisini kırmak, ötelemek ve suça dönüştürmek isteyen bir “söylem” ve bu söylemin deşifre ettiği bir “sosyolojik olarak Müslüman profili” var.
Üzerine konuştuğu ve şekil vermek istediği toplum ile algı ve anlayış bağlantıları oldukça pürüzlü bu kişilik tipi, besmelesiz evden çıkmadığını söyler! Din bilgisi oldukça sınırlıdır. Bu alanla ilgilenmeyi de bir tür “kayıp” ve “sakıncalı çalışma” sayar. Bütün dini literatürü neredeyse sadece “şeriat, türban, çarşaf ve Arabistan” kavramlarından ibaret olan bu kişilik tipi nezdinde laiklik, “kendisi gibi olmayan, kendisine benzemeyen her şeyi ve herkesi, kendisine benzetme” ilkesi olarak görülür. Bu kişilik tipi gerektiğinde hürriyet ve demokrasi kahramanı kesilir. Zinde kuvvetler ve (istemez görünmesine rağmen) ihtilaller rüyalarını süsler, köy enstitülerinin matemini tutar, hayatında hiç gitmediği, hakkında sahip olduğu tüm bilgilerin klişe ve kalıp cümlelerden ibaret olduğu İran ve Malezya’ya benzeme korkusu taşır. Bu profile göre Müslümanlık inançlarla ilgilidir, ama bir de hayatın gerçekleri! vardır.
Bu tip, dini ve onun temel esaslarını açıkça reddetmez, buna rağmen onun bazı hükümlerini beğenmez ve çağdışı bulur, bazı ayetleri İlahi Kelam’dan çıkarma teklifinde bile bulunabilir. Annesi ve ninesi de başörtüsü takar, ama köylüdür. İlk yaratılışa güya inanır, ama İskoçya dağlarında bulunmuş üç milyon yıllık fosilden, evrim teorileri çıkaran haberler gözlerini kamaştırır. Yine ona göre Ramazan’da meyhaneler açık olmalıdır; belki bu ayda içki içen birkaç kişiyle, her hangi bir sebepten, kavga edenler çıkar da haber sıkıntısı çekilen zamanlarda durum kurtarılmış olur. Bu kişilik tipinin namazla pek arası yoktur, şehirlerarası otobüslerde namaz molası verilmesine tahammül edemez. Çağdaş medeniyeti kendimize uyduramayız en iyisi biz ona uyalım diyen bu sosyolojik Müslüman tipimiz, dindarlık lafının edilmesine dayanamaz, dindar olduğunu söyleyenlere eziyet edilmesindense enteresan bir haz duyar. Hatta kendi hakkının ancak bu yolla korunabileceğini ima eder ve bu yöndeki hukukî ve idarî düzenlemeleri canı gönülden alkışlar. Bu tip, en iyimser şekli ile vahiy dini yerine kültür dinine izin verir, ama bunun dahi gereklerini yerine getiremez ve yine “günaha girer (!)”.
Bu tipolojinin gezindiği çevrelerde, sürekli olarak “aydın din adamı”ndan bahsedilir, oysaki dini lüzumsuz ve zararlı saydıktan sonra, din adamının aydın olmasının dine ne tür bir katkı sağlayacağı da bilinmemektedir. Bu çevrede, laikliğin kadın haklarının korunması için bir güvence olduğu konuşulur durur, ama bu kadınların, asla başörtülü kadınlar olmadığı ve olamayacağı da söylenir, doğrudan ve dolaylı yollarla. Böylece hakları korunacak kadınların, ülkenin “bütün kadınları” değil “bazı kadınları” olduğu vurgulanır. Netice itibariyle esaslı bir ötekileştirmenin öznesi ve nesnesi olmak için, sosyolojik olandan kurtulmak gerekiyor.