İki mahalle arasında kalmak derdin en büyüğü, daha yazılmamış misyon cümlelerinin ilham kaynağıdır. Kendini liman zannedip, fırtına içinde alabora olmak üzere olan hayatlara kucak açmaktır. Tezattır, sızıdır, günahtır; aynı zamanda diri kalmaktır. İki mahalle arasında kalmak tutucu bir dindarlık ve geleneksellikle, uçucu modern(ist)lerin arasına dalmaktır. Öteki mahallenin fersah fersah uzak olduğunu bilip, canından da saymaktır.
Çok kültürlü ve bir arada yaşama vurgusunu dillendirenlerin dahi bir mahallesi var. Mahalle, hem yaşadığımız mekân hem de kendimizi ortaya koyduğumuz, inancın, kültürün ifadelendirildiği, ete kemiğe büründüğü sınırları belirlenmiş zihniyet alanıdır. Canlı, akıllı, inançlı, değerli bir yaşam formudur mahalle. Bir mahallenin bütün fertleri aynı nitelikleri taşıyabileceği gibi, bazen bir mahalleden diğerine taşınılır, bazen geçici olarak öteki mahallenin insanları ile bilerek ya da mecburen bir araya gelinir. Aklı olan, konuşma ve dinleme yeteneği bahşedilmiş insanoğlu herkesle diyalog kurma yeteneğine de sahiptir. Diyalog ve bir arada – isteyerek veya mecburen- bulunma ait olunan mahallenin terki manasına gelmediği gibi, beraberinde bir yığın çelişki, tutarsızlık ve iç sıkıntısını da getiriyor. Farklı hayat formlarına, inançlara saygı, hoşgörü nutukları çoğunlukla bir mahallenin meydanından haykırılıyor ki nirengi noktası orası olduğu için ona göre saygı ve bir arada yaşama kültürünü taşıyor.
İki mahalle arasında kalmak, kafa karışıklığıyla sınır ihlali yaparak, kimliklerin alt üst edildiği acıklı hikâyeye girizgâh demektir. ‘‘Canı acıyan en çok kim?’’ diye soracak olursanız, hem mahalle baskısı yapıp hem de utanmadan arada kalan bizleriz derim. Pek farklı hayat biçimlerimize rağmen okulda, işte, apartmanda, düğünde, dernekte, sokakta beraberiz. Tüketim toplumunun sunduğu, parası olanın kuralsız ve şartsız bir biçimde kolayca ulaşabileceği bir modernliğe tutulmuş olanların mahallesinde haliniz nicedir? Medenî sayılanların, uygun ve değerli kabul edildiği, gayri medenî sayılan bizlerin olumsuz bir çağrışımla aşağı görüldüğü son yüzyılın mahalle tarihi kadar eskidir. Medeni sayılmak, çok çalışılarak elde edilecek şey de değildir hani. Utanıldığında yüz kızartıcı her halden kurtulmak, her türlü aşırılığı özgürlük ve sanat kılıfına sokmak, ideolojilere körü körüne bağlanmak yeterliydi. Bedeni, dinin nüfuzundan gitgide kurtarmak öteki mahallenin en önemli misyonuydu. Aslında kimse illa ki farklılığını ortaya koymaya çalışmıyor. Belki bir arada yaşamaya acı çekerek bu yüzden razıyız. İki mahalle arasında kalmak safını bilmemek değildir, hakikate izafilik addetmek hele hiç değildir. Kendi tarafını bile bile böyle yaşamaya mecbur olmaktır. Satır aralarına bir şeyler sıkıştırmak için iki mahalle arasında kalma durumlarına razıyız belki de. İki mahalle arasına kalmak derdin en büyüğü, daha yazılmamış misyon cümlelerinin ilham kaynağıdır. Kendini liman zannedip, fırtına içinde alabora olmak üzere olan hayatlara kucak açmaktır. Tezattır, sızıdır, günahtır; aynı zamanda diri kalmaktır. İki mahalle arasında kalmak tutucu bir dindarlık ve geleneksellikle, uçucu modern(ist)lerin arasına dalmaktır. Öteki mahallenin fersah fersah uzak olduğunu bilip, canından da saymaktır. Ben münafık mıyım diye sormaktır? Akıl karışıklığıdır, ben hangi mahallede yaşıyorum? Burada ne işim var? derken, tebliğ ve irşad kavramlarıyla kendini oyalıyorken bulmaktır. İki mahalle arasında kalmanın acısı, hepten zeminsiz, köksüz kalacağız korkusunu taşımaktır. Peki, ne yapacağız? Bütün farklılıkları içine alacak bir desen çıkarmak istesek, davaya ihanet etmiş olmayacak mıyız? Böyle bir yaklaşım, derdi afyon içerek bertaraf etmek midir? “Kafa tutarsanız gettolaşırsınız, hiç ilişki kurmaz kafa bile tutmaya layık görmezseniz marjinalleşirsiniz.” Sosyoloji böyle diyor. Biz onları özenti görüyoruz onlar bizi boğucu. Kimse kimseyi takmıyor, kimse kimseyi anlamıyor, empati yapmıyor. Sahi anlamaya çalışmak aklımızı çeler mi? Günah mı olur?
Lügatlerdeki yeni hürriyet tanımı, “kimliğinden ne kadar uzaklaşırsan o kadar iyidir.” diye yazıyor. Bir kere iman ettikten sonra, “mutlak hakikat”in, bireysel vicdanın sorunu olduğunu temel varsayım kabul eden o mahalleye mi taşınacağız? Mazlumiyet ve mağduriyet söyleminden, sınıfsal veya ideolojik bir dışlanmışlık ve ezilmişlik duygusundan, tüketim sürecine daha fazla katılan bir dindar kimliğe mi evrileceğiz? Eski ve geri olarak tanımlanan mahallemiz, eskilik ve geriliğin sınırlarını ihlal ediyor. Dindarlığımız artık erkeksi değil dişil. Erkeksi meydan okuma ortadan kalktı. Kınayıcının kınamasından artık korkulmuyor, utanılıyor. Hikâyenin acıklı tarafı, haberdâr olanlarla bihaber olanların aynı zamanda ve düzlemde yaşamaya mecbur olmasıdır. Ateşi bilenlerin, kor ateşten adam kurtarma derdini unutmalarıdır, acıklı olan.
Allah’ı gereği gibi takdir edemeyen, ümmetin, cemaatin normları karşısında tereddütleri olanlar kendilerini bağlayıcı kalıplar içinde yitirmek istemez. Böyleleri “başıboş kalmak isteyen” insandır. Vazife adamından çok hakkını arayan adamdır. Bazıları ölüm korkusu içinde çırpınırken, bazıları da ölümsüzlüğe inanmaktadır. Bazı insanlar ten kafesi içinde saadet ararken, diğer bazı insanlar saadeti bu kafesin açılmasında ve aşılmasında bulmaktadır. Kendisini, egosunun ve diğer mahallenin baskı ve ihtirasından kurtaran, itibarî iyinin, doğrunun ve güzelin yerine mutlak doğruya, iyiye ve güzele gönül verendir.