Hayata “taşınma” penceresinden bakınca, farklı şeyler görebileceğimizi düşünüyorum. Bir filmde yaşlı adam, bir bilgenin öğüdünü aktarır gibi nispeten gençlere şunu söylüyordu: 30 saniye içinde bırakamayacağın ilişkilere başlama! Aile kurma, bir yerde uzun süreli kalma, o yere bağlanma! Ölüm geldiğinde kaç saniye sürer?
Nefes alıp verdiğimiz her dakika bizi ahiret yurduna taşıyor. Farkında olsak da olmasak da ayaklarımız bizi kabre doğru taşıyor. Ellerimiz yaptığımız her amelin izini taşıyor. Onları bir gün dilleneceği, dinleneceği güne doğru taşıyor. O gün insan susacak, azaları konuşacak. Onlarda yalan yok. Sırf edebiyat olsun diye söylemiyorum bunu. Mesela kemiklerimiz hayatımızın izlerini taşıyor. Bu kemiklerin sahibi kaç yaşında, nasıl bir iklimde yetişmiş, iyi beslenmiş mi, Asyalı mı, Kafkasyalı mı, dişi mi erkek mi, dişi ise doğum yapmış mı… Bu soruların cevabını etten, tenden sıyrılmış kemiklerimiz veriyor, bilim adamlarına. Bir damla kan bile bizim hakkımızda ne kadar çok bilgi taşıyor. O bilgilerin hepsini bir gün susacağımız yere kadar da taşımaya devam edecek.
İnsan, bir ağaç gölgesinde eğlenir gibi (eğ’lenmek, emaneten oturmak, oradan kalkacağı, çok durmayacağı her halinden belli olacak şekilde oturmak, ilişmek anlamında) dünyada yaşaması gerektiğini çok kolay unutuyor. Daha çok eğlenir gibi yaşıyoruz. Bu defa alıştığımız, çokça kullandığımız anlamda eğlenmek. Etrafınızı biraz dinlediğinizde bunu çok net fark edeceksiniz. Kadın, hamile kaldığında arkadaşlarıyla bu haberi kutluyor. Bebek doğmadan “baby shower” partisi düzenleniyor. Çocuk doğuyor, ayrı bir kutlama. İlk dişinde tekrar parti… Parti diyorum, gelişi güzel seçmiyorum bu kelimeyi de. Anadolu’da çocuk doğunca “bebek mevlidi”, çocuğun ilk dişi görününce “diş buğdayı” yapılır. Eğlenmekten daha ziyade bir şükür ve dua vesiledir.
Her halimiz bir kutlama, eğlence nizamında gidiyor. Hayattan tat almadığımız için aşırı zevk ve eğlence ritüellerinde arar hale geliyoruz lezzeti. ‘‘Müslüman hayattan tat almamalı zaten’’ diye düşünebilir miyiz? Sabah güneşin doğuşundan tat almayan insan, o doğuştan önce kalkabilir mi? Suyun varlığının farkına varıp ondan tat almayan insan, abdest ferahlamasını ne derece tadabilir? Gecenin, seher vaktinin tadını almayan insan, onu gece eğlencelerinde heba etmez mi? Ben tat diyorum, siz hayret ve hayranlık bakışı deyin. Allah ne güzel yaratmış tefekkürü, desin bir kaçımız. Maksat aynı. Gözün gördüğü, kulağın işittiği her şeyin Allah’tan geldiğini, O’nun emaneti olduğunu fark etmeyen ya da unutan insan, onları kendi “malı” gibi görüp “harcamaya” başlamıyor mu?
Hayata “taşınma” penceresinden bakınca, farklı şeyler görebileceğimizi düşünüyorum. Bir filmde yaşlı adam, bir bilgenin öğüdünü aktarır gibi nispeten gençlere şunu söylüyordu: 30 sn içinde bırakamayacağın ilişkilere başlama! Aile kurma, bir yerde uzun süreli kalma, o yere bağlanma! Ölüm geldiğinde kaç saniye sürer?
Biz denge ve orta yol ümmetiyiz. 30 saniye içinde bırakabilelim diye aile kurmaktan, bir eve yerleşmekten vazgeçmeyiz. Maksat o evi, aileyi, eşyayı kalbe koymamak, ayrılık vakti geldiğinde gözümüzden yaş da gelse, kaderin sahibine muhalif söz söylememek. Acılar da çeşit çeşit. Yeri gelir insan, kendini kaybeder, ciğerinden bir parça sökülür, içinde bir volkan yol alır. Yine de sabırla yoğurmaya çalışır acıyı, sabrın sonu baldan tatlı. Zor ama olmaz değil. Olgunlaştıkça, dünyaya ve içindekilere ve tabi ki en başta aynalarda gördüğümüze emanet şuuru ile bakınca öyle olacak.
Bu aralar taşınma penceresinden bakıyoruz hayata. Kaç senedir bu evdeydik? Şu eşyalar kaç senelik? Bazı eşyalar insandan daha uzun ömürlü. Orada rahmetli anneannenin hacda giydiği patikler, rahmetli dedenin madalyası, rahmetli kuzenin doğum belgesi… Eski fotoğraflar, sararmış dergiler, oyuncaklar, bir çeyiz telaşından kalma ipler, hayatın her detayı… Hepsini eşya dökümü yapar gibi elden geçirip, tekrar elemek durumunda kalıyorsunuz. Her şeyi, her hatırayı biriktirmek zor. Yine de farkındayız ki hep o eşyaların, yaşanmışlıkların toplamıyız. O eşyalar da bizi kabre taşıyacak. Belki önemli olan, bizim onları değil, onların bizi taşımasına dikkat etmek. Eşyanın, bilginin taşıyıcısı, hamalı değil de, onları emanet şuurunda kullanıp, onların sırtında Huzur’a doğru taşınmak.