Son dönemlerde tartışılan “teröriste ağlamak” polemiği, aklıma “kim neye ağlayacak” sorusunu getirdi. Elbette acıkan yer başka, acıyan yer başka. Ateş düştüğü yeri yakar. Herkes kendi penceresinden gördüğüne üzülür ve ağlar.
Ağlamak insani ve bir o kadar da irfânî bir eylemdir. Aç kaldığı için ağlayan çocuk da çevresine içindeki duygularını yansıtır. Seccade başında gözyaşı döken bir hak âşığı da…
Ben ilk ağlamayı Hz. Âdem’de gördüm. Önce şeytana uyuşuna ağladı. Ağladı ve gözyaşları günah kirini yıkayıverdi. Yoksa iblislikten şeytanlığa tenzili rütbe giden ilk günahkâr gibi olmakta vardı kısmetinde. Sonra öldürülen ve dünyasını kaybeden Habil’e mi, yoksa ebedi saadetini kaybeden Kabil’e mi ağladı? Siz daha iyi bilirsiniz.
Hz. Nuh’un iman gemisine binmeyen oğlu için ağlayışı vardır sırada… Hatta bu konudaki serzenişinde biraz da insani hassasiyetle sınırı zorlaması sonucu ilahi ikaza muhatap olması unutulacak gibi değildir. Onunki bir baba ağlaması değil, son anında sesini duyurabileceği oğluna bir peygamber şefkatiyle yalvarmasıydı. Bu yalvarma sadece kendi oğlu için değil, bir davetçi olarak tüm ümmeti içindi.
Hz. İbrahim tüm insanlığa güzel bir örnek olarak beliriverir. Oğlunu Allah’ın emriyle “ekin ve ziraatı olmayan bir vadiye” bırakmasında ve yıllar sonra yine Allah için kurban etmek üzere yatırmasında bir ağlamayı görmüyoruz. Ama imandan uzak kalan ve böylece imtihan salonunu terk eden babası için ağladığını ve duası sonucunda da ikaz aldığını biliyoruz.
Rivayetler bize “geçmiş ve gelecek günahları affedilmiş bir peygamber” olduğu halde sabahlara kadar ümmeti için ağlayan bir peygamberi haber verir. Onun derdi bireysel olsa, “inanan inansın, inanamayanın canı cehenneme” der ve zevkine bakardı. Ama önde ve örnek olmak, böyle bir şey olmalı.
Bedir savaşında davası karşında kaya gibi duran, en azılı düşmanlarını saf dışı eden sevgili peygamberimizin sevinç çığlıkları atmadığını görürüz. Ebu Cehil’in ölümünü bayram ilan etmeyen, ama Mekke’nin fethinden sonra Müslüman olarak huzuruna gelen oğlu İkrime karşısında son derece memnun olan Peygamber’in (AS) İkrime’ye; “Bu gün benden ne dilersen onu vereceğim” buyurması ölene değil, yaşayana sevinmenin bir tezahürüdür.
Uhut savaşında onu hüzne gark eden sebep, mübarek dişinin kırılması değil, başta amcası olmak üzere 70 sahabenin şehit olması ve okçuların yerini terk ederek emr-i resulden ayrılmaları ve bu sonuca sebep olmalarıydı.
Kendisine bunca eza ve cefayı reva görenlere asla beddua etmeyen, ama Hendek savaşında namazı kılmalarına engel olanlara beddua ettiğini görürüz. Yani bu sevgi ve nefretin ölçüsü kişisel değildir.
Evinde bir iftar saati öncesi şehit edilen Hz. Osman; “Müslümanların arasında fitne çıkması ve kendisi için kan dökülmesi korkusuyla” müdahale ettirmez ve kendi evine gelenlere; “Seni baban bu halde görse ne kadar üzülürdü.” diye endişesini bildirir. Onun sıkıntısı kendi şahadeti veya parmakları kopan eşi Hz. Fatıma değil, Müslümanların halifesine kılıç çeken asilerin sonudur.
Biz bu güzel örneği, gülen yüzü ve mütebessim çehresiyle de tanırız. Allah resulü, kişisel sıkıntıları kolayca elinin tersiyle iterken, ümmeti ve onun dertlerini önemsemiş bununla ilgili olarak gözyaşı dökmüştür.
Günaha düşmüş, bir köşede sızıp kalmış bir kimseye bir tekme vurup geçmek veya beddua etmek kolaycılıktır. Ama ona ulaşamadığımız, bizde var olan Îmânî ve insani güzellikleri tanıtamadığımız için kendimizi suçlamak büyük olmanın şânıdır. “Ben ne yaptım ki bu kardeşime Allah’ın mesajlarını ulaştıramadım” kaygısını gütmek bir olgunluğun eseridir.
Son dönemlerde tartışılan “teröriste ağlamak” polemiği, aklıma “kim neye ağlayacak” sorusunu getirdi. Elbette acıkan yer başka, acıyan yer başka. Ateş düştüğü yeri yakar. Herkes kendi penceresinden gördüğüne üzülür ve ağlar. Ama nebevî üslup kaybolanın kayboluşuna ağlar. Zira 950 yıl devam ettiği nübûvvet çağrısına son anda yeniden yalvararak devam eden peygamber metodu, “Ne halin varsa gör” demek yerine, kurtarabilmeyi önceler.
Kenar-ı Dicle’de kurt tarafından aşırılan koyunun sorumluluğu Hz. Ömer’in omzundadır veya vicdanında. Kurda mı kızmalı, koyuna mı sahip olmalı… “Koca coğrafya, Ömer hangisine yetişsin ki?” diye mi savunmalı.
Giden suçludur. Burası tamam, lakin bu gidişte payı veya ihmali olanları ilahi adalet göz ardı etmeyecektir. Peygamberler sabaha kadar seccadesinin üzerinde gözyaşı dökerken, akşama kadar da ter dökerler. Gerekli teri akıtmayanlar, hem kaybettiklerine, hem de kendi ihmalkârlıklarına ağlamak zorundadırlar.
Ama ağlayabilmek bir sızının işaretidir. ‘
‘Ağlayın su yükselsin
Belki kurtulur gemi
Anne seccadem gelsin Bize dua et emi…’’ (NFK)