
Prizren halkı mert ve kadirşinas. Sırpları Prizren’e sokmadık diyorlar. Ellerine silahı alıp vuruşmuşlar. Türkiye’ye gönülden bağlılar. İstanbul Kültür Merkezi’nde tanıştığımız Aluş abinin “Keşke bir halifemiz olsa!” sözüme “Erdoğan halife ya!” diye çıkışması hâlâ gözümün önünden gitmiyor.
Osmanlı deyince benim aklıma dünyanın başına bir defa gelmiş ve ömrü dolunca bu diyardan göçmüş şefkatli bir baba geliyor. Bu şefkatli baba, asr-ı saadetten aldığı terbiyeyi dünyanın en uzak coğrafyalarına kadar götürmüş, asırlarca dünyaya hayat veren “terbiyeden bir medeniyet” kurmuş. Terbiye “Rabb”den gelir. Osmanlı’nın tesis ettiği medeniyet, gücünü tam da “Rabb”den, yani göklerden alıyordu. Göklerden gelen tevhidî mesajı asırlarca taşıyan bu şefkatli baba dünyadan göçünce arkasında milyonlarca yetim bıraktı. Sahipsiz, mazlum milyonlarca yetim.
Bu yetimler kimler mi? Hepsini burada sayamayız bile. Ancak biz son 30-40 yılın tarihine bir göz atalım. Mesela Kosova bir Osmanlı yetimi, mesela Bosna bir Osmanlı yetimi, hâkezâ Irak öyle, Filistin öyle, Suriye öyle. Daha mı sayayım; Doğu Türkistan, Endonezya, Burma, Arakan dahi Osmanlı yetimi. Bu yetimlerin baktığı tek bir ülke var. Ne derseniz deyin, günahıyla sevabıyla o ülke Türkiye. Şefkatli babanın sindirilmiş evladı. Öyle sindirilmiş ki babasını reddedecek hale gelmiş. Öyle sindirilmiş ki yıldızlar kadar parlak geçmişinden utanmaya başlamış. Öyle sindirilmiş ki elindeki mücevherin kıymetini unutmuş, onu bir köşede unutulmaya terk etmiş. Fakat Türkiye ne kadar unutmaya çalışsa da o mücevher orada parlıyor. Bu dünyadan göçmüş olsa da o babanın ruhu hâlâ aramızda dolaşıyor. O ruhu yetimlerin olduğu her yerde hissedebilirsiniz. Hissetmek için yetimlere gitmelisiniz. Sezai Karakoç’un “mutlaka bir İslam ülkesini ziyaret edin” tavsiyesi boşuna değil.
Yıllardır içimizde büyüttüğümüz bu tavsiyeyi geçen ay yerine getirmek nasip oldu. Üç arkadaşla iki hafta süren bir Balkan gezisi yaptık. Hibemize öyle kıssalar doldurduk ki burada anlatmaya satırlar yetmez. Hepsini günlük şeklinde kaleme alacağız. Fakat bize kalanlardan paylaşmakta fayda var. Paylaşalım ki gidip gelmeler çoğalsın. Paylaşalım ki balkanlarla aramızda yıkılan köprüleri yeniden kuralım. Tıpkı Mostar gibi.
Balkanlar deyince aklımıza neden hep savaş gelir? Ah karayazılı coğrafya! Ah Saraybosna! Ah Mostar! Ah Srebrenitsa! Şehitlerle dolu bu coğrafya. Hani bizde Çanakkale nasıldır? Saraybosna da aynı öyle. Yerin altında şehitler, üstünde yetimler yaşıyor. Bu yönüyle mübarek topraklar buralar. Göklere açılan eller şehitlerin ve yetimlerin yüzü suyu hürmetine geri çevrilmiyor bu topraklarda. Aliya, kabrinin bulunduğu tepeden bütün vakarıyla Başçarşı’ya bakıyor. Gazi Hüsrev Bey Camii, adeta burası Osmanlı dercesine dimdik ayakta duruyor. Evlerin duvarlarından hâlâ silin(e)meyen kurşun izleri “katliamı unutma” dercesine bizlere bakıyor. Hayat tüneli ve o tünelin kazıldığı evin sahibi yaşlı teyze savaşın daha ne kadar yeni olduğunu anımsatıyor. Çünkü onlar da hâlâ hayatta. Ve unutmuyorlar. İhaneti, ikiyüzlülüğü, İslam düşmanlığını... “Bize Boşnak demiyorlar, bize Türk diyorlar, bizi bu yüzden öldürdüler” diyorlar. Gözümüzün içine bakarak “biz Türkiye’ye güveniyoruz, Türkiye zayıflasa bizi yine vururlar” diyorlar. Şaşırıyoruz! Biz farkında mıyız bunun?
Ah Kosova! Bir zamanların kanlı ovası. Şimdilerde sakin görünüyor. Ancak her an kırılacak gibi. Prizren bizi büyülüyor. Burası adeta Türkiye. Burada herkes Türkçe konuşuyor. Prizren halkı mert ve kadirşinas. Sırpları Prizren’e sokmadık diyorlar. Ellerine silahı alıp vuruşmuşlar. Türkiye’ye gönülden bağlılar. İstanbul Kültür Merkezi’nde tanıştığımız Aluş abinin “Keşke bir halifemiz olsa!” sözüme “Erdoğan halife ya!” diye çıkışması hâlâ gözümün önünden gitmiyor. Aziz Mahmud Hüdayi Vakfı’nın buradaki hizmetlerini yürüten ve gençlerle çok sıkı bir diyaloğu olan Orhan abinin misafirperverliği unutulmaz. Kosova’da tekkeler hâlâ yaşıyor. İnsanlar buralarda toplanıp muhabbet ediyorlar. Aynı gün içerisinde Melamî tekkesi’nde ilahi söylüyor, Halvetî tekkesinde sırf demden oluşan çay eşliğinde muhabbet ediyoruz. Sanki farklı sınırları olan, farklı bir ülkede değil de, Anadolu’da bir köy odasında oturuyoruz.
Ah hüznün coğrafyası Balkanlar! Seni nasıl bıraktık. Sana nasıl sahip çıkamadık. Osmanlı’nın bir ayağı Anadolu ise öbür ayağı sensin. Seni bizden ayırdıklarında biz de düştük yere. O günden beri de doğrulamıyoruz. Ancak bir olup, diri olacağımız günler yakındır inşallah. Biz sende hiç yabancılık çekmedik. Demek ki bu ayrılık bir yalan. Etle tırnağı ayırmak kolay mı?