Sedat Albayrak
Soru sormak iyidir, merak ilmin hocasıdır ve hatta çok zamanlar ilmi mevzularda sorgulayıcı olmak muhataba derinlik kazandırabilir. Fakat şüpheci ve tenkitçi bir halet-i ruhiye her şeyi tesiri altına almayana kadar. Çünkü bir taraftan referansları sorgulayarak zor bir işe girişiyorsunuz diğer taraftan ortak akla güvenmiyorsunuz.
Hukuk fakültesini büyükçe salonlarından birinde tarih profesörü keyifle ders anlatırken arkadan gelen tek kelime ile ders bıçak gibi kesildi: “Sahih mi?” Hepimiz zihnimizi toparlamaya çalıştık, ne olmuştu? Hocamız İslâm hukukunun teşekkülünde icmanın meşruiyetini o meşhur “Benim ümmetim dalâlet üzerinde ittifak etmez” hadis-i şerifi ile izah ederken ders “sahih mi?” sorusuyla inkitaa uğradı. Neyse ki hocamız “tabi sahih, Sünen-i İbn Mace’de geçiyor” diye söze devam etti.
Ders devam etse de benim aklım soruda, daha doğrusu sorunun sebebinde ve ifade ediliş tarzında kalmıştı. İnançlı birisi olduğunu bildiğim dostuma hemen şu soruyu sormak istedim: “Peki sen sahih misin?” Dininin temel referans kaynaklarını kolaycı bir çabuklukla sorgulayan kardeşimizi zannediyorum iki cephe arası cereyan çarpmıştı. Zira bazı hadis-i şeriflerin sıhhat derecesi konusundaki tartışma ve incelemelerin ötesinde bu soru, ümmetin hep birlikte yanılmayacağına dair bizim ve insanlık için kanun niteliğindeki bir tespit ve müjdeyi sorguluyordu. Soru sormak iyidir, merak ilmin hocasıdır ve hatta çok zamanlar ilmi mevzularda sorgulayıcı olmak muhataba derinlik kazandırabilir. Fakat şüpheci ve tenkitçi bir halet-i ruhiye her şeyi tesiri altına almayana kadar. Çünkü bir taraftan referansları sorgulayarak zor bir işe girişiyorsunuz diğer taraftan ortak akla güvenmiyorsunuz.
Bugün sosyal hadiseler karşısında bizler sürekli uçlara sürükleniyoruz. İçtimai, siyasi, iktisadi meseleler birkaç kişinin işiymiş gibi taraf tutmaya yahut tarafları reddetmeye itiliyoruz. “Politik tercihiniz kadar insansınız” bir propaganda unsuru olarak yaşatılıyor. Ve tabi siyaset bu zeminde sadece partilerce temsil edildiği için maceramız dört-beş yılda bir yaptığımız zorunlu ziyaretin ötesine geçmiyor. Hasılı sivil düşünce tarafından yani ilim ve fikir adamlarımızca hayata dair yeterince siyaset üretilemeyince ateletle bir yere sığınmadıysanız size tek yol kaldıyor: “Muhalif olmak!”
İşte bu çekici nesne gençliğin kaynayan kanı ile beslendikçe önünda durulmaz bir hale geliyor. Zannediyorum fırtına biçenler için, eğer buraya kadar gelinebildi ise, bu yazı da fazlasıyla konjonktürel bulunacak. Maşeri vicdanı görmezden gelemeyiz. İdeolojiler ilk formlarıyla bugün sahnede bulunmasalar da düşünceye ve dile bıraktığı yüklü miras işimizi zorlaştırıyor. İçine siyaset karışmamış kelimeler, hisler arıyorum çünkü bugün hayat adına da din adına da can alıcı tartışmalar yaparken savrulmamak için bir bağ lazım. Ben bunu ümmetin ortak düşüncesini ve hissini temsil etmesi bakımında sevad-ı azam olarak görüyorum. Son devir ihya hareketlerini yolda koyan akl-ı selimden ayıran aksülamel üzerine bindirilmiş bir galeyan haline dönüşmesidir. Yani bugünkü tabirle bir ideolojiyi hedefe koyup “anti” olmak hadisesi. Eğer bizi birarada tutan Hz. Hüseyin (r.a) muhabbeti değil de Yezid nefreti olacaksa buradan kardeşlik hukuku çıkmaz.
Şimdilerde yaşanan İslâmcılık tartışmasında da mütefekkirlerimize hayat alanı olarak sadece muhalif olmanın gösterilmesi gerçekçilikten ve insaftan yoksun. Hepimiz beğendiklerimiz ve beğenmediklerimizle bir ferdiz. Herbirimizin sade manasıyla hayata dair bir siyaseti var ve bu ümmetin menfaatine olduğu sürece doğru ve hayırlı demektir.