Said Banazlı
Ey insanlar, kabirleri ziyaret edelim. Çünkü kabir, kibir küllüğüdür. Yere bakışımız göğe bakışımızdan çok olsun. Ölümü hatırlayalım ve Kur’ân okuyalım. Çünkü Kur’an-ı Kerim son kitaptır; bu da son sözdür: “Yeryüzünde kibirlenerek yürüme; çünkü sen ne yeri yarabilirsin, ne de boyca dağlara ulaşabilirsin.” (İsra, 37)
Sayın insanlar, konumuz kibirdir. İsminizin başına “sayın” sözcüğü getirildiğinde nasıl kibirlendiğinizi bilirim. Ama merak etmeyin sizi nakavt edeceğim. (Böylece kibir konusunu işleyen yazar da kibirli bir giriş yapmış oldu. Ve böylece kibrin ne vahim bir mesele olduğunu daha başlarken anlamış olduk.) İnancımıza göre kibir şeytandandır. Şeytan da ateştendir. Ve ateşi toprak söndürür. Yani insan, kibirden –tam anlamıyla- ancak öldüğünde kurtulur. Nitekim ölen insanın vücudu soğur. Kabirden alacağınız her avuç toprakta kibrin külleri vardır. Ve biz diriler için de kibir hastalığından korunmanın tek çözümü yine topraktır. Ki toprak bizim ham maddemizdir. Fabrika ayarlarımızdan uzaklaşmamak için kabirlerden ve topraktan uzaklaşmamalıyız.
Kabir ziyaretleri yapmalıyız, ey insanlar. Biz ki beş gün kalacağımız oteli üç gün araştıran canlılarız. Kabirleri de araştırmalıyız. Ve ziyaret ettiğimiz kabirden çıkarken kibrimizi kabirde unutmalıyız. Kabirlerde türkü söylenmez ama çıkınca şu türküyü söylemeliyiz: “Şu dünyada üç-beş arşın bezin var / Tüm bedesten senin olsa ne fayda…”
İnancımızla yoğrulan kültürümüzde dikleşmek, diklenmek, burnu havada olmak, gözü yüksekte olmak ayıptır. Yolda yürürken önümüze bakmamız makbul olandır. Kasıla kasıla yürümek, yırtıcı kuşlar gibi kanatlarımızı açarak yürümek bizim köyde hiç hoş karşılanmaz: “O köy bizim köyümüzdür / Gitmesek de görmesek de…”
Ah insanlar, insanlarımız… Body building yapıyorlar. Sırık yutmuş gibi yürüme dersleri alıyorlar. Topuklu ayakkabı giyiyorlar. Bir ton para harcıyorlar. Sürekli koşturuyorlar. Ah solucanlar… Kabre girenin vücut ölçülerine hiç de aldırmıyorlar. Yiyip bitiriyorlar insancağızı. Sen o kadar uğraş geliştir vücudunu; sonra o güzelim vücudu gelişmemiş bir solucan kemire kemire bitirsin. Olacak iş mi ya Hû! Yemin ederim üzülüyorum be ya…
Ah anneler, annelerimiz…“Oğlum dik dur, kambur olacaksın!” diyor annesi. Anne bilir misin, şahsiyet bozukluğu duruş bozukluğundan daha önemlidir. “Cennet annelerin ayakları altındadır.” Anneciğim, çıkar o topuklu ayakkabıyı, gözünü seveyim. Eziyorsun mübarek çimleri, günahtır.
Ah beli bükülmüş amcalar, amcalarımız… Tevazudan başı önde yürümüş yıllarca. Beyaz sakallı, ağzı dualı… Gözü gideceği istikamette sürekli. Toprağa… Böylece her geçen sene toprağa daha çok yaklaşmış. Sonunda düşecek toprağa; ama yüksekten düşmeyecek, canı acımayacak.
Ebu Atabe, Hz. Peygamberin (a.s) yürüyüşünü anlatırken şöyle diyor:
“Yere bakışları göğe bakışlarından daha çoktu.” Ne de güzel anlatıyor meramımızı…
O beli bükük, kamburu çıkık amcalar, iyi amcalardır. Gök delenlerin ikinci katından sonrasını hiç görmemişlerdir. Göğe çıkma hayalleri hiç olmamıştır. Bir hikayeleri olmuştur dünyada ve artık sonuna yaklaşmışlardır. Ama buraya bir şerh düşmemek olmaz:
“Mutlu son” diye bir şeye ne o amcalar ne de biz inanırız. Hatta biz “son” kelimesine de inanmayız. Her hikayenin sonunun bir başka hikâyenin başlangıcı olduğuna inanırız. Sonsuzluğa inanırız, mutlu sonsuzluğa… “Son” olduktan sonra mutlu veya mutsuz olmasının ne önemi var?
O iyi amcalar, yıkılmış bir imparatorluğun son kaleleri gibi düşmeye hazır beklemektedirler. Düşecekler; ama yüksekten değil. Canları acımayacak. Zaten onlar düşmeyi de severler. Türküleri de severler. “Kara Toprak” türküsünü severler: “Dileğin var ise dile Allah’tan / Almak için uzak gitme topraktan / Cömertlik toprağa verilmiş Hak’tan / Benim sadık yârim kara topraktır…”
Ey insanlar, kabirleri ziyaret edelim. Çünkü kabir, kibir küllüğüdür. Yere bakışımız göğe bakışımızdan çok olsun. Ölümü hatırlayalım ve Kur’ân okuyalım. Çünkü Kur’an-ı Kerim son kitaptır; bu da son sözdür:
“Yeryüzünde kibirlenerek yürüme; çünkü sen ne yeri yarabilirsin, ne de boyca dağlara ulaşabilirsin.” (İsra, 37)