Amerika ve İsrail yandaşlığı yakıştırması ile dış politikamızın her fırsatta İranlılar tarafından sert bir şekilde eleştirilmesi, bir avuç Nusayri elit tarafından yönetilen Suriye’de yaşananlara arka çıkılması, İran’ı “sağı solu belli olmayan” bir devlet izlenimi bırakmaktan kurtaramadı.
1979 İran devrimi, Amerika başta olmak üzere iki kutuplu dünyaya meydan okuması, İslam devleti idealini en azından kavramsal çerçevede hayata geçirmesi ve üçüncü dünyanın devrimci hareketlerine moral desteği sağlaması açılarından büyük tesir icra etmişti. Şii İran o tarihten beri, İsrail’in sinsî yayılmacılığına, Amerikan hegemonyasına ve Avrupa’nın adaletsiz tarafgirliğine karşı en azından yağmasa da gürlüyor. İran, dünya doğalgaz ve petrol rezervlerinin %65’inin bulunduğu bölgenin merkezinde yer alıyor. Kara ve deniz sınırları dâhil olmak üzere dünyada Rusya’dan sonra 15 ülkeyle ikinci en çok komşuya sahip ülke konumunda bulunuyor. Bundan beş yıl önce Basra Körfezi’nde, 15 İngiliz askerini tutuklamaları, esir kadın askere başörtüsü bağlatıp, bütün dünyaya servis etmeleri, Batılılar için sinir bozucu bir özgüven ve güç gösterisi olarak algılanmıştı. Türkiyeli Müslümanlar olarak yanı başımızda, adında “İslam Cumhuriyeti” olan bir devletin varlığı bize bazen güven verdi, “erkek devlet” tabirini sadece İranlılar için kullandık. 1980’li yıllar boyunca laik rejimimiz için “İrancılık” bir irtica tehdidi olarak güncelliğini korudu. Laik elitler, etkin dindar Müslümanları “molla” yaftasıyla İran’a göndermeyi meşhur bir slogan haline bile getirdiler. Öte yandan İran’ı tam olarak hiçbir zaman yanımızda da hissedemedik. Amerika ve İsrail yandaşlığı yakıştırması ile dış politikamızın her fırsatta İranlılar tarafından sert bir şekilde eleştirilmesi, bir avuç Nusayri elit tarafından yönetilen Suriye’de yaşananlara arka çıkılması, İran’ı “sağı solu belli olmayan” bir devlet izlenimi bırakmaktan kurtaramadı.
İran tecrübesi bize, uluslararası ilişkilerde menfaatin en önemli muharrik güç olduğunu, daha alt mikro kimliklerde birleşmenin, ümmet üst kimliği altında birleşmeden yeğ tutulduğunu göstermesi açısından önemlidir. Diğer bir deyişle mezhep farklılığının, İran’ın merkezde öngördüğü politikaları çevrede gerçekleştirmesini engellediğidir. İran politikaları Sovyet Rusya’nın dağılmasından sonra Kafkasya ve Orta Asya’da başarısız olmuştur. Bunda Kafkasya’da bulunan Azerbaycan dışında, Orta Asya nüfusunun %80’den fazlasının Sünni Müslümanlardan oluşması büyük etki sahibidir. Bu durumlar İranlıları farklı ilişkiler ağına itti. Rusya ile askerî, siyasî ve ekonomik alanlarda yakın işbirliği her geçen gün artırıldı. Büyük bir Şii nüfusa sahip Azerbaycan ile yakın temasın kurulamaması, Azerilerin, Amerika ile yakınlaşması ve Batı tarzı tüketim alışkanlılarına kapılmaları, İran’ın Dağlık Karabağ çatışmasında Ermenistan’ı desteklemesine neden oldu. Yine yeterli etki alanı oluşturmadığı için, Farsça konuşan Tacikistan’da 90’lı yılların başında yaşanan iç savaşta İranlılar ilginç bir şekilde komünist kökenli fraksiyonlara yardım ettiler.
Bir de “Şii hilali” kavramı var. Şii hilali kavramı ilk olarak Ürdün Kralı Abdullah tarafından dile getirildi. Kral Abdullah 2004’ün Aralık ayında verdiği bir demeçte Sünni Arap ülkelerinin Şii hilali tarafından kuşatıldığını söyledi. Kral’a göre hilal İran’dan başlamakta, son dönemde Şii hâkimiyetinin oluştuğu Irak’ı kapsayarak, Nusayrî elitlerin yönettiği Suriye’den ve Şii nüfusunun giderek arttığı Lübnan’a kadar devam etmektedir. Söz konusu bölgede o tarihten bugüne kadar gerçekleşen olaylar, İran’ın etkileme kapasitesine ulaşamadığı Sünni coğrafyada, mezhepsel yakınlık kurduğu gruplarla sıkı ilişki içinde olacağını ve çevreye açılımda bunun en önemli çıkış olduğunu ortaya koydu.
İran’ın sertlik yanlısı politik söylemleri aynı zamanda halkın İran rejimine olan bağlılığını ve ülkenin İslamî kimliğini pekiştirmenin bir aracı olarak da kullanılıyor. Bu anlamda dış politikadaki sert söylemlerin zaman zaman iç politikaya yönelik boyutlarıyla da düşünülmesi gerekir.