
Türkiye semalarında yıllardan beri beyaz bir güvercin uçuyor. Beyaz renginin ne anlama geldiğini, içinde hangi derin manaları sakladığını bilenler, gözlerindeki umut ışığıyla güvercinin bir an önce ülkeye konmasını beklerken, beyaz renginden ve anlamından bihaber olanlar veya işlerine böyle gelenler beyaz güvercinden Azrail gibi korkuyorlar. Bu korkuyla da güvercinin ülkeye inmemesi için ellerinden geleni yapıyorlar. Bazen meydanlara çıkıp gürültü yaparak, bazen av tüfekleriyle, bazen de ülkenin dört bir tarafına bostan korkuluklarından dikerek, beyaz güvercini gökyüzüne hapsediyorlar. Ama beyaz güvercin kararlı, dünyayı kuşbakışı gördüğünden olsa gerek ki, bu toprakların kendisi için ne kadar elzem olduğunu fark etmiş olacak ki ısrarla bahtı kara bu topraklara inmeye çalışıyor.
Dedik ya, beyaz güvercin bizim gibi karşıdan bakmıyor, havadan bakıyor. Bu bakış, ona şunları fısıldıyor olmasın; “Ey beyaz güvercin, bu topraklar sana mecbur, sen de bu topraklara mecbursun, bu topraklara indikten sonra başka topraklara ihtiyacın olmayacak, bu toprakların biçare halkı gibi, dört mevsim göç etmek zorunda kalmayacaksın, yazın susuzluktan, kışın açlıktan korkmayacaksın, bu toprağın halkı seni unutmaz! Bu topraklar dertli, bu topraklar acı dolu, bu topraklarda Azrail her an gençlerin ensesinde, anaların yüreğinde dolaşıyor.
Bölücüler bu toprakları yıllar önce bölmüş, adlarını da değiştirip gitmişler. Bakma sen, bu topraklara Türkiye, Suriye, Irak, Kürdistan, Ermenistan dediklerine, aldırma toprakların tel örgülerle ve mayınlarla çekilen sınır adlarına, aldırma ve gel, kon bu toprakların dört bir yanına. Gel Fırat’a, Munzur’a, Dicle’ye, Asi’ye kon, gel İstanbul’a, Ankara’ya, İzmir’e, Van Gölüne, Ağrı Dağına, Hakkâri’ye, Şırnak’a, Roboski’ye gel, Süleymaniye’ye, Erbil’e, Kerbela’ya geç, dinleme sınırları geç, oradan Şam’a geç, aldırma sınırlara ve Şam’da biraz dur, dinlen, dinlenirken biraz ağla, senin gözyaşlarına ihtiyaç var orada, annelerin, babaların, bebeklerin gözünde yaş kalmadı, onların yerine sen ağla… Ağla, belki gözyaşların o alevleri söndürür, belki akan kanı durdurur, ağla belki bu zulüm bir son bulur…
Sana kavuşmanın hasretiyle birikti bu torakların acısı, bu yüzden Şam seni misafir edemeden yolcu edecek, Gazze’ye gönderecek seni, analar yavrular orada da seni bekliyor olacaklar. Bu topraklarda, insanlar sana olan umutları sayesinde her sabah uyanabiliyorlar, anneler içinde ‘sen’ olan masallarla çocuklarını uyutuyor.”
Beyaz güvercini, bu topraklara göndermeye çalışan fısıltılara kulak vermeyecek miyiz? Sözümüzde, gözümüzde, soframızda beyaz güvercine yer açmayacak mıyız? Haykırmayacak mıyız; Ey beyaz güvercin, gel, gel ki anaların yüreğindeki ateş sönsün, gel ki yersiz yurtsuz kalmayalım, gel ki anamızın kucağında kendimizi el sanmayalım, gel ki konuşalım, dertleşelim, derdimize derman bulalım gel…”diye.
Yoksa yine önümüze atılan birkaç kelimeye mi takılıp kalacağız. Ama şey, ıımmm, şey işte, bu yazıda Kürdistan kelimesi var, ııımm bir de Ermenistan var. Ama böyle gelmez ki beyaz güvercin…
Ya nasıl gelir?