
Güneş için ısıtmamak ve aydınlatmamak nasıl imkânsız ise, kâmil ruhlar için de acımamak ve dolayısıyla hakkı ve hayrı tebliğ etmekten bîgâne kalmak öyle imkânsızdır.
İmtihan dünyasında yaşayan insan, her zaman bir belaya, felakete ve derde mübtela olabilir. Bazen diğer insanlar ve arzî hâdiseler yol vermezler ona; bazen de çeşit çeşit musibetler, altından kalkılmayacak şekilde çetin cereyan eder.
Ne var ki, hakiki bir mü’min, görüp duyduğu bütün olumsuzluklar karşısında ne sarsılır ne sendeler ne de tereddüde düşer. Başına gelenleri imtihan sayar; imtihanları tevekkül ve teslimiyetle karşılar, yolunu kesen töre bilmezlere insanlık dersi verir, her hareket ve davranışını ötelerden gelen emirlere uyma inceliğiyle değerlendirir ve sabr-ı cemil içinde Hakk’ın rızasını tahsil etme hedefine doğru ilerler.
Musibet karşısındaki temel disiplin, onun Cenâb-ı Hakk’tan geldiğini düşünmek ve şikayet ifade eden sözlerden kaçınmaktır. Hususiyle musibetin gelip çarptığı ilk anlarda sızlanmaların şikayete dönüşmemesi için sükûtu tercih etmek lazımdır. Resûl-i Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in “Mü’minin sükûtu tefekkür, bakışı ibret ve konuşması da hikmet olmalıdır.” beyanı istikametinde, inanan bir insan, eşya ve hadiseleri ibret nazarıyla süzmeli, konuşmadan önce durup tefekkür etmeli ve dile geldiği zaman da hep hikmet incileri döktürmelidir. Dolayısıyla, bir bela ve musibet isabet edince yapılması gereken, irâdî olarak susmak, hadisenin çehresindeki kaderî yazıları okumaya çalışmak, düşünmek, ondan mesajlar çıkarmak, sonra kulluk âdâbına uygun şekilde konuşmak ve mutlaka sabırlı davranmaktır.
Her insan hemen her an türlü türlü musibetlerle karşı karşıyadır. Bilhassa iman dairesinde iç içe ızdıraplar ve küme küme mahrumiyetler saklıdır. Musibetin birinden kurtulurken, belini kıracak ikinci musibet, mü’minin başının üstünde hep hazırdır. Zira, insanların ebedî nimetlerden nasipleri, Hak yolunda çektikleri meşakkat ve çile nisbetinde olacaktır; âhiretteki mükafatın büyüklüğü ölçüsünde burada bir kısım zorlukların yaşanması normaldir. “Belânın en şiddetlisi peygamberlere, sonra Hakk’ın makbulü velîlere ve derecesine göre diğer mü’minlere gelir.” hadis-i şerifi de bu hakikati hatırlatmaktadır.
Aslında, Allah Teâlâ, her bela ve musibeti, neticesi itibarıyla mü’min kulları için bir rahmet vesilesi ve arınma vasıtası kılmıştır. Elverir ki, insan, zâhiren çirkin yüzlü hadiseler karşısında kadere karşı isyan etmesin ve Cenâb-ı Hak’tan şikâyetçi olmasın. Nitekim, Kur’an-ı Kerîm’de, “And olsun ki, sizi biraz korku, biraz açlık ya da mallardan, canlardan ve mahsullerden yana eksiklikle imtihan ederiz. Sabredenleri müjdele! Sabırlılar o kimselerdir ki başlarına bir musibet geldiğinde, ‘Biz Allah’a âidiz ve vakti geldiğinde elbette O’na döneceğiz’ derler.” (Bakara, 2/155-156) buyrulmaktadır. Özellikle belaya maruz kalınan vakitlerde, bütün varlığı yaratan Cenab-ı Hakk’ın kendi mülkünde dilediği tasarrufu yapabileceğini düşünmek ve “Biz Allah’a âidiz” diyerek malı, canı ve her şeyi Allah’a teslim etmek musibetlerin üstesinden gelmek için muazzam bir güç kaynağına dayanmak demektir. Bu itibarla da, musibetten hemen sonraki sükut ve tefekkür faslını, Allah’a iltica ve O’na arz-ı halde bulunma safhası takip etmelidir.
Peygamberlerin başlarına da pek çok musibet gelmiştir; fakat, onların hepsi belalar karşısında kendilerine yakışan hâl ve tavırları ortaya koymuşlar; Allah’a teveccühlerinde hep edepli ve olabildiğine saygılı davranmışlardır. Mesela; Hazreti Âdem, neticesinde yeryüzü çilehanesine gönderildiği o müthiş ilâhî kader ve kaza karşısında, “Hakkımda bu şekilde takdir buyurup onu infaz ettin.” şeklinde şikayette bulunmayı hiç düşünmemiş, “Rabb’imiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer merhamet buyurup da kusurumuzu bağışlamazsan apaçık hüsrana uğrayanlardan oluruz!” (A’râf, 7/23) sızlanışıyla kendi nefsinden şikayet etmiştir. Hazreti Eyyub, maruz kaldığı musibetler karşısında “Afiyet ver ve beni bu sıkıntılardan kurtar.” demeyi dahi peygamber edebine muhalif saymış; “Ya Rab! Bana ciddî bir zarar dokundu, Sen merhametlilerin en merhametlisisin.” (Enbiya, 21/83) mahiyetindeki iç çekişiyle yetinmiştir. Hazreti Musa, aç-susuz bir gölgeliğe sığındığında, “Yedir, içir, karnımı doyur!” demekten haya etmiş; sadece “Rabb’im! Lütfedeceğin her nimete muhtacım!” (Kasas, 28/24) arz-ı halini seslendirmiştir.