
Şüphe, topyekûn sakınılması gereken zararlı bir duygu değildir. Yerinde kullanıldığında iman dopingidir. Çünkü şüphe; insanın, bilgisizliğinin farkında oluşudur. Ve bilgisizlik bilgisi; kişiyi, som bilgiye yani hakikate götürür. Sakınılması gerekense imandan sonra küfre dönüştür.
Şüphenin imanı giderdiği varsayılır. Öyle değil. Şüphe imandandır. İki açıdan bu böyle: Öncelikle; şüphe tam bir red hâli değildir. Bir ara bölgedir. Şüphedeki kişi, ne tam olarak inanmıştır ne de tam olarak reddetmiştir. Kesin reddin olmadığı yerde ise iman zayıflığından söz edilebilir belki ama imansızlıktan söz edilemez. Kişi ancak şüpheyi bırakıp, kesin kani olmuş biçimde reddederse ancak o zaman imansız sayılır. Şüphede olan, hâlâ iman dairesi içindedir yani. Sınırda bile olsa.
Öte yandan şüphe; hakikate götüren bir yöntem olarak; imandandır. Keza Hz. İbrahim, doğumundan itibaren aile ve çevresinden aldığı bilgi, eğitim ve diğer her türlü etkilerden şüphe edip, düşmeseydi mutlak hakikatin peşine; bugün, bizim bildiğimiz; hani o; Allah’ın “Selam olsun İbrahim’e” (Saffat 109) dediği İbrahim olabilir miydi dersiniz?!
İman, çoğunlukla; kişinin kendisine öğretilenleri sorgulamadan kabul etmesi olarak algılanır. Allaha şükrolsun; çoğumuz Müslüman ailelerin Müslüman çocukları olarak doğduk. İçine doğduğumuz bu din, bizim olağan halimizdi zaten. Başka türlüsünü hiç yaşamadık. Hiç sorgulamadık. Sorgulamayız. Sorgulanmasını da tepkiyle karşılarız. Sorgulayanın da imanından şüphe ederiz. Ama anadan doğma bir Hıristiyan yahut Musevi veya Ateist, ‘aynı bizim gibi’ kendisine; doğumundan itibaren öğretilegelen ve iman etmesi beklenen kabulleri, şüpheyle karşılayıp; sorgulaya sorgulaya hakikate ulaştığında ve İslam’la şereflendiğinde; nasıl da seviniriz. Bu bizim çelişkimizdir. Seviniyor olmamız; işin büyüklüğünü takdir edebilecek çapta oluşumuzdan kaynaklanmamaktadır çünkü. Hazıra konmanın coşkusudur bu. Yolda giderken yerde hazır para buluşumuza verdiğimiz tepkiden daha nitelikli değildir.
İşte putperest ailesi tarafından Hz. İbrahim’den beklenen de buydu.
Hani bir menkıbe anlatılır: Şehrin birine, Allah’ın varlığına dair bin delil getiren bir âlim gelmiş de ahali akın akın onu ziyarete gidiyormuş. Bu ziyaretçilerden biri, yolda; kendi halinde, işine gücüne bakan bir kocakarı görmüş de onun bu umursamaz haline sitem ederek demiş ki: “Şehrimize; Allah’ın varlığına dair bin delil getiren böyle bir zat gelmiş de sen hâlâ umursamadan günlük işlerin peşinde koşturup duruyorsun ha öyle mi?!” Kocakarı şöyle cevap vermiş: “Ben Allah’tan bir kere bile şüphe etmedim ki varlığına bin delil arayayım!” Yaygın, hoş ve çok tekrarlanan bir hikâyedir bu. Örnek hatta delil olarak kullanıldığı sık görülür. İmanın kaviliğine dair her kalbin özlediği bir hali anlatır zira. Ben de severim. Ancak bir o kadar da yanlış anlaşılan bir hikâyedir. Çünkü bu öyküde insanlar hep; örnek almaları gereken: “bir kere imana ulaştıktan sonra onda sabit ve ‘samimi’ olma kısmına değil de araştırmadan, sorgulamadan, tahkik etmeden inanma” kısmına önem verirler. Takılıp kalırlar. Oysa bu durum: “Bedevîler ‘İnandık.’ dediler. De ki: ‘Siz iman etmediniz; ama ‘Boyun eğdik.’ deyin.(Çünkü) Henüz iman tam olarak kalplerinize yerleşmedi.” (Hucurat: 14) halinden başkası değildir.
İnsan; din adına kendine her söz söyleyen, herkesin, her söylediğini, kocakarı imanı şeklinde; araştırmadan, sorgulamadan, şeksiz şüphesiz kabul etse; din diye nelere inanmak zorunda kalır kim bilir. Çünkü evet; Allah ve Resulü’nün her sözü mutlak haktır. Lakin beride kalanların yaptığı her izah, onların sözlerinden “kendi” anladıklarından ibarettir. En azından bu tefsir, yorum ve izahların doğruluk ve yerindeliğinin sorgulanması gerekir. Yoksa Yaşar Nuri Öztürk de din adına konuştuğunu iddia ediyor Zekariya Beyaz Hoca da Müslüm Gündüz de. Ne yani şimdi biz; sırf onlar din adına konuştuklarını söylüyorlar diye her sözlerine iman mı edeceğiz. Yahut bu ve benzeri kişilere önyargılı etiketler yapıştırıp yani bu kişileri reddi iman addedip, her sözlerini yalanlayacak mıyız? Her ikisine de hayır! Araştırıp, soruşturup, tahkik edecek; söylenenlerin hak olduğuna kanaat getirirsek iman, getirmezsek reddedeceğiz. İşte böyle durumlarda şüphe; kalbimizi iman hırsızlarına karşı koruyan bir alarm niteliğindedir.
Hûlasa şüphe, topyekûn sakınılması gereken zararlı bir duygu değildir. Yerinde kullanıldığında iman dopingidir. Çünkü şüphe; insanın, bilgisizliğinin farkında oluşudur. Ve bilgisizlik bilgisi; kişiyi, som bilgiye yani hakikate götürür. Sakınılması gerekense imandan sonra küfre dönüştür.
Şüphelenmeye benim burada yazdıklarımdan başlayabilirsiniz mesela…