
“Hızla çoğalan aşırı şişen ama doğuramayan bir dünyanın bunaltısı bu!”
İnsan, ne ise o olmaya yanaşmayan tek yaratıktır.”
“İnsanın yanındayım çünkü düşüşünü gördüm.”
Güzel üslûbun ve eşsiz yazarlığın isme dönüşmüş hâli. Tüm dünyada en çok sevilen yazarlardan. Okuyan hemen herkesi derinden etkilemeyi başarmış bir isim. 20. yüzyıl düşünce ve edebiyat dünyasının kuşkusuz en etkili isimlerinden. Politik söylemlerde sesini yükseltmeyen ama fısıldayarak bile depremler oluşturabilen bir yazar. “İnsan varolmak için başkaldırmak zorundadır” diyebilen bir kalemşör. Nobelli felsefeci, cins düşünür, vicdanlı bir batılı: Albert Camus.
7 Kasım 1913’de, Fransız bir baba ile İspanyol asıllı temizlik işçisi bir anneden dünyaya gelir. Cezayir’de doğar. Fransa’da ölür. Babası birinci dünya savaşında ölmüştür, annesi oğlunu okutmak için evlere temizliğe gider. Yoksul bir çocukluk hayatı beklemektedir Camus’u. Gençlik yıllarında futbol ile epeyce uğraşır, o kadar ki daha sonra “ahlaka dair ne biliyorsam futbola borçluyum” diyecektir. Bağımsız bir hayat yaşama özlemiyle erken yaşlarda evden ayrılır. Zaten hayatının önemli bir kısmını da yalnız yaşayacaktır. 18 yaşına kadar hiç kitap okumamasına rağmen o çağlarda hikayeler yazmaya başlar. 1930’a geldiğimizde o bir felsefe öğrencisidir. Kendi tabiriyle bu yıllarda “hem verem hem de komünizm illetine” tutulur. 1933’de evlenir ama kısa süre sonra ayrılır. Üniversite okurken evlenmiştir. 1934’de felsefe bölümünü bitirir, çeşitli işlerde çalışır, tiyatro kurar, bu arada Komünizme ilgi duyar, henüz kendi mecrasını bulamamıştır. 1936’da felsefe alanında doktora yapar.
Camus, ikinci dünya savaşı yıllarında Nazilere karşı oluşturulmuş Fransız Direnişi’ne katılır, adeta kalemiyle savaşır, bu direnişin bir parçası olarak “Combat” adında bir gazete çıkarır. Daha sonra gazete ticari kaygılar gütmeye başlayınca buradan ayrılır. 1937’de “Tersi ve Yüzü” isimli denemesini kaleme alır, bu bir başlangıçtır, bir nevi kendi mecrası yolunda serpiştirdiği tohumdur. 1939’da hastalığı sebebiyle askere alınmaz, takip eden yıllarda gazetecilik yapar. İkinci evliliğini gerçekleştirir, bu evliliği uzun sürer, iki çocuğu olur. 1942’de kendisine nobel edebiyat ödülü ve ciddi anlamda bir ün getirecek “Yabancı” adlı romanı yayınlar. 1946 yılında Amerika seyahatine çıkar, Fransız Varoluşçuluğu’na dair dersler verir, daha sonra “Amerika Günlükleri” isimli eseriyle bu ülkeye dair gözlemlerini kaleme alacaktır. 1949’a geldiğimizde verem rahatsızlığının tekrarlaması üzerine inzivaya çekilerek “Başkaldıran İnsan”ı yazar. İnsanın verimli dönemi inziva dönemidir aslında, eğer o dönemi yaşama seçimini yaparsa.
Son yüzyılın en büyük düşünce isimlerinden biri olan ve etkisi halen süren J. Paul Sartre ile sık sık görüşür, fikirsel tartışmalar yaparlar. Komünizm ve varoluşçuluk hakkındaki düşünceleri sebebiyle ve en son sosyal içerikli denemelerini topladığı “Başkaldıran İnsan” isimli eseriyle, Sartre ile aralarının açıldığı söylenir ama fikir ayrılığı sebebiyle iki önemli düşünürün arasının açıldığı pek inandırıcı gelmiyor bana. Camus’un “saçma” başlığı altında topladığı görüşlere Sartre’ın “bunlar varoluşçu düşünceler” demesine rağmen Camus buna katılmaz.
Albert Camus’da gözlemlediğimiz en büyük özellik, kendisinin bir aforizmalar üstadı olması ve tarihte eşine az rastladığımız ‘cins’ insanlardan olması. Aforizma olarak kitaplarından çıkarılmış o kadar çok söz vardır ki, Kafka’nın, Nietzsche’nin ya da Oscar Wilde’nin “Aforizmalar” isimli kitaplarından eksik kalır yanı yoktur, bu sözler bir kitap oluşturacak kadar çoktur ve kitaplaştırmaya değecek kalitededir. “Bir insan söyledikleri kadar söylemedikleri ile de insanlaşır” demiştir mesela, ya da şunları söylemiştir; “Her şeyin anlamsız olduğunu söylediğimiz anda bile anlamlı bir şey söylemiş oluyoruz”, “Bazılarının, sadece normal olmak için ne büyük çaba sarf ettiğini kimse fark etmiyor”, “Acı çekmek bireyseldir”, “Hayat bir şey değildir, itina ile yaşayınız”, “Haklı olma ihtiyacı sıradan insanlara özgüdür”, “Kelimeler torba gibidir, içine konan şeyin şeklini alır”.
1950’lerde Albert Camus artık kendisini insan haklarına adamış biridir. Nerede haksızlık görürse yüksek perdeden itirazını sunar. O, her ne kadar hayatı ve diğer her şeyi anlamsız görse de insan onurunun yüceltilmesinden yanadır. Camus’da, Frantz Fanon’da gördüğümüz iç çelişkileri gözlemleyebiliyoruz. Camus da bir ikilem içerisinde. Bir taraftan Fransa’nın yanında çarpışır, diğer yandan gizlice, ölüm cezasına çarptırılan Cezayir’lilere yardım eder.
Albert Camus çağdaş felsefeye önemli katkılarda bulunmuş bir isimdir. Bu gibi sayfalarda onu değerli kılan da aslında bu orjinalliği. Kendisi, dünyanın insanlara ne berraklık ne de anlam sunduğunu, bunu aramanın sonucu olarak da “absürt” fikrin (saçma, uyumsuzluk felsefesi) ortaya çıktığını söyler. Sartre’ın varoluşçuluk düşüncesini andırsa da tamamen farklı bir şey söylüyor Camus ve bunu kavramlaştırırken “saçma” kelimesini kullanıyor. Dualist yaklaşıma da ciddi katkılar sunmuş bir isimdir. Mutluluk ve keder, yaşam ve ölüm, karanlık ve aydınlık… Hayat çizgisinin inişli çıkışlı olduğunu ve insanın ölümlü olduğu gerçeğini işler. Bir yandan yaşadığımız hayatın değerinden bahseder, diğer yandan eninde sonunda yok olmaktan... Bu durumu ifade etmek için en isabetli kelimeyi seçmiştir aslında; ‘absürt’.
Albert Camus’un düşünceleri birçok filme esin kaynağı olmuş, kitapları çokça dile çevrilmiş, düşünceleri üzerinde defalarca şarkı bestelenmiş, birçok araştırma kitabı için de esin kaynağı olmuştur. Camus, sakin sakin anlatan, yazan, etki altında bırakabilen bir düşünürdür. Sıkı bir edebiyatçı, felsefeci ve aynı zamanda (aslında mı demeliydim?) sosyologtur. Kolay anlaşılan bir yazar değildir. Dostoyevski ve özellikle Kafka’dan çok etkilenmiştir, felsefeye getirdiği yenilikler ile Nietzsche’nin 20. yüzyıldaki devamı gibidir. Herkesin işini ahlaklı bir şekilde yapmasını ve elinden geldiğince insaniyete fayda sağlamasını savunur. Yazdığı eserlerde karakterin ruh halini okuyucuya enjekte edebilen bir yazardır. Ölümüne yakın yayınladığı Düşüş, modern insanın, kendi bencillik ve çaresizliklerini adım adım görmek zorunda kalışın romanıdır. Onun “düşüş”ü hepimize bir şekilde uğrar. Yabancı’da ise 20. yüzyıl insanının içine düştüğü yabancılaşmayı anlatır. Bir türlü ele geçirilemeyen ‘anlam’ın sürekli arayışını, bilincin toplumdan ve dış dünyadan kopuşunu izah eder. Eserlerinde muhteşem gözlemleriyle yazdığı olayları mükemmel tasvirlerle betimleyerek karamsar bir psikolojik resim koyar okurun karşısına. Bu yüzden Veba için ‘belki de tüm dünya tarihinin en iyi romanı’ diyorlar.
4 Ocak 1960’da Fransa’da, 47 yaşında hayatı sona erer. Ölümü trafik kazası olarak kayda geçmiştir ama intihar olabileceği de söylenir, son zamanlarda sovyet politikalarını ciddi şekilde eleştirdiği için KGB ajanları tarafından öldürülmüş olabileceği de konuşulmuştur. Kesin olan şey ise, bizler için bıraktığı edebi ve felsefi mirasın değeri idi.