
Yusuf Deren
Ramazan çepeçevre sarıyor hayatımızı. Hayatımızı oruç belirliyor. Konuşmalar değişiyor, ilişkiler değişiyor. Durgunlaşıyor insan, dinginleşiyor. Teravihler geliyor, bitmek bilmeyen teravihler. Uzun sürmesinde bile ayrı bir zevk, ayrı bir coşku var bu yirmi rekâtlık namazların. Kıpırdanmalar, gülüşmeler, akabinde amcalardan işitilen azarlar... Hepsi her insanın kesinlikle yaşaması gerektiğine inandığım müthiş anlar...
Masanın üzerinde bir çiçek. Adını bilmediğim bu turuncu çiçeğin kokusunu yıllar sonra bugün bile hatırlayabiliyorum. Hatırlıyorum değil hissedebiliyorum.
Anneannem bir köşeye çekilmiş günlük Kur`an tilavetiyle meşgul. Dedem onlarca Rum-Arap kanalı arasında kulağına çalınacak bir iki Türkçe kelime bekliyor. Ola ki bir Türk istasyonu yakalayabil irse anteni sabitliyor, başlıyor dinlemeye: "Bingöl`ün Solhan İlçesi Öğretmen Evi`ne, PKK militanlarınca saldırı düzenlendi. Saldırıda Kaymakam Metin Ateş, Savcı Mehmet Türksever ve Orman Müdürü Ahmet Yener şehit oldular."
Mevsime yaz denmez daha. Kış ise "Balkanlar" üzerinden yurdu terk edeli bir hayli olmuş. Oruç tutmanın insana en çok haz verdiği dönemler bu dönemler. Ne bir cehennem sıcağı var gökte ne de kapkara bulutlar. Ne on beş saat süren gündüzler var ne de ha deyince akşam oluveriyor.
Tek tük oruç tutuyorum, çoğun "yiyorum orucu". Ama hep tutmak istiyorum. Neyse ki kimse "Yaşın küçük, şimdi tutma sonra tutarsın" demiyor. İstediğim zaman kaldırıyorlar beni de sahura. Oruç tutmak istiyorum, çünkü ertesi gün herkes oruçlu iken bir elimde meyve ortada dolaşmak canımı sıkıyor, herkesin önünde kahvaltı yapmak çok dokunuyor bana. Kendimi eksik hissediyorum böyle olunca.
Ramazan çepeçevre sarıyor hayatımızı. Hayatımızı oruç belirliyor. Konuşmalar değişiyor, ilişkiler değişiyor. Durgunlaşıyor insan, dinginleşiyor. Teravihler geliyor, bitmek bilmeyen teravihler. Uzun sürmesinde bile ayrı bir zevk, ayrı bir coşku var bu yirmi rekâtlık namazların. Kıpırdanmalar, gülüşmeler, akabinde amcalardan işitilen azarlar... Hepsi her insanın kesinlikle yaşaması gerektiğine inandığım müthiş anlar...
(Bu yazıyı yazarken aklıma, bir mülakatta, hayatında hiç oruç tutmadığını söyleyen politikacı geliyor. Ne büyük eksiklik Allah`ım. Yani, insan denemek için bile olsa tutar bir gün. "Nasıl bir şeydir bu oruç?" Hiç mi merak etmezsin? Üzerinde yaşadığın coğrafyaya bu kadar mı yabancısın?)
* * *
İki arkadaşla birlikte iftar topunun atılacağı tepeye çıkıyoruz. Hep sesini duyduğumuz topun nasıl atıldığını, şeklinin nasıl olduğunu yerinde görmek istiyoruz. (Buna benzer bir hatırayı Sezai Karakoç`un Samanyolunda Ziyafet adlı kitabındaki Çocukluğumuzun Ramazanları başlıklı yazısında da okuyabilirsiniz. Ancak bu benzerliğe bakıp yaşamadığım şeyleri yazdığımı düşünmenizi istemem) Kan ter içinde varıyoruz tepeye. Ortalıkta kimse olmadığına göre erken gelmişiz belli ki.
Adam bizi görüp kızmasın diye (Ne işiniz var burada, tehlikeli burası!) bir kayanın arkasına geçip saklanıyoruz. Biraz sonra adam geliyor. Uzunca topun içine bir şeyler yerleştiriyor. Sonra ağacın altına oturup beklemeye başlıyor. Birkaç dakika sonra ilk caminin ışıklarının yanmasıyla birlikte kalkıp topu ateşliyor. Ateşlemesiyle birlikte korkunç bir gürültü duyuluyor. 0 kadar korkuyoruz ki nasıl oldu da sağ kaldığımıza şaşıyoruz. Kendimize gelince saklandığımız yerden fırlayıp etrafa yayılan bez parçalarına doğru koşmaya başlıyoruz. Bu bez parçalarını elimize alınca kelimenin tam anlamıyla hayal kırıklığına uğruyoruz.
Benim Ramazanımda elma şekerleri, Şehzadebaşı, kanto, un helvası, mahya filan yok. Onlar oruç ayını asli ruhundan ayrı ele alıyorlar. Onlar geçmişe özlem duyuyorlar ve Ramazanlar da bu eski günlerin önemli bir parçası. Bu yazarların hatıralarında ilk orucun heyecanını, teravihleri, orucun yansımalarını göremiyoruz/oku-yamıyoruz. Ramazan`ı bir şölene, festivale indirgemek ne kadar nasipsizlik...
Herhangi eski bir gömlekten kesilmiş parçalar bize pek ilginç gelmiyor (Başka ne olabilirdi ki?)
Geri dönmemiz gerekiyor artık. Biliyoruz, biraz daha gitmezsek tüm mahalleyi ayağa kaldıracağız. Koşarak iniyoruz geldiğimiz zorlu yoldan. İki dakika bile sürmüyor aşağı ulaşmamız. Eve gelince dedemin sofraya oturduğunu, anneanneminse dört gözle beni beklediğini görüyorum. (Nerede kaldın, geç otur hemen)
* * *
Yaşlı bir teyze de var hatırladıklarımın arasında. Her Ramazan, akşam namazından sonra namazdan çıkanlara peynir-zeytin-ekmek vs. ikram eden teyzenin evi caminin hemen yanındaydı. Bu işi o kadar benimsemişti ve görev edinmişti ki belki de yirmi yıldır hiç aksatmamıştı. Şu an yaşıyorsa Ramazan`ı iple çekiyordur muhakkak.
* * *
Yıldan yıla tuttuğum oruçlardan aldığım lezzetin azaldığını hissediyorum. Hâlbuki orucun kurallarına çocukken olduğundan daha çok dikkat ediyorum. Orucun ruhuna uymayacak şeylerden kaçınmaya çalışıyorum. Ama olmuyor, o eski tadı bir türlü yakalayamıyorum. Demek ki o saf çocuğun aç kalması daha makbulmüş. Sevgili OMO yetkilisi yalan söylüyormuş demek ki. "Kirlenmek güzel" değilmiş. Mırın kırın etmeden, orucun insan sağlığına olan yararlarına girmeden, kayıtsız-şartsız tutulan oruçlar en iyisiymiş.
Yaşımın eski ramazanlar tadındaki yazılar için uygun olmadığını biliyorum. Zaten bu tür yazıların ne kadar klişe olduğunun da farkındayım. Ama ben, çocukluğunu Osmanlı`nın son zamanlarıyla Cumhuriyet`in ilk yıllarında yaşamış, iki arada bir derede kalmış, geçmişin bir öcü olarak belletildiği sözüm ona ilerici, aydınlanmacı eski muharrir bozuntuları gibi düşünmüyorum. Benim Ramazanımda elma şekerleri, Şehzadebaşı, kanto, un helvası, mahya filan yok. Onlar oruç ayını asli ruhundan ayrı ele alıyorlar. Onlar geçmişe özlem duyuyorlar ve Ramazanlar da bu eski günlerin önemli bir parçası. Bu yazarların hatıralarında ilk orucun heyecanını, teravihleri, orucun yansımalarını göremiyoruz/okuyamıyoruz. Ramazan`ı bir şölene, festivale indirgemek ne kadar nasipsizlik...