
İslam`ı bilmeden, insanı ve onun kültürünü, davranışlarını, psikolojisini, sanatını anlamanın mümkün olamayacağını anlayamamışlar karşısında ayıplanma korkusuna, aykırılık ve uyumsuzluk duygusuna niçin düşeriz acaba! Oysa iman, bizzat kendi değeri uğruna toplum içinde bir sürgün gibi yaşamayı göze alarak başı dik durmak değil midir?
Ebû Tâlib, Peygamber Efendimiz`in amcası ve Hz. Ali`nin babasıdır. Babası Abdülmüttalib ölümünden önce, sekiz yaşında olan torunu Hz. Muhammed`in bakımını ve himayesini kendisine vasiyet etmiştir. Haşimoğulları’nın reisliği de ölümüne kadar uhdesinde kalmıştır. Ebû Talib, Kureyş içinde önde gelen, sözü dinlenen saygı duyulan bir kimse olup himayesini üstlendiği yeğeni Hz. Muhammed`in iyi yetişmesi için elinden geleni yapmıştır. Ebû Talib yeğenini en zor şartlarda savunmasına rağmen Arap kabile reislerinin gururları ve atalarının yoluna bağlı olma zaafları yüzünden İslamiyet`i kabul etiğini açıkça söyleme cesaretini gösterememiştir. Peygamber Efendimiz ölüm döşeğinde Ebû Tâlib`i İslam`a davet etmiş ancak; "Ey kardeşimin oğlu! Bildim ki sen doğrusun! Fakat hakkımda korkarım ki şöyle derler: Ebu Talip ölümden korktu da Müslüman oldu. İşte beni bu şekilde ayıplamalarından korkuyorum." Rivayet olunur ki, Ebû Tâlib`in ölümünden sonra Efendimiz ona dua için bir kaç gün kendini zorladı, evinden çıkmadı. Hz. Peygamber`in bu durumuna vakıf olan bazı sahabeler de küfür üzere ölen akrabaları için de dua etmeye başladılar. Muhtelif hadis ve tefsir kaynakları "Ne Peygamber`in ne de müminlerin, akrabaları bile olsa müşrikler için af dilemeleri uygun olmaz" (Tevbe 113) mealindeki ayetin bu hâdise üzerine nail olduğunu kaydederler.
İman sahibi olmak, dünyayı her gün yeni baştan kurabileceğine inanmak demektir. İmanın en çetin ve zor yanı onu yaşamak ve şahsiyete mal etmektir. Yaşanmayan bir imanın hazzı ve heyecanı da yavaş yavaş ortadan kaybolur. İnsan iradesi çatallı bir yolun ağzında hayır ve şerrin tam orta noktasında yaratıldığı için her an sallantıdadır. İman etmeyi kolay sananlar için inanmak bir kusurdur. Oysa inanmak inanmamaktan daha zorlu bir zihni çabayı gerektirmektedir. Akıntının tersine gitmek, inanmak, yaşamaya çalışmak, insanı çatışan bir duruma getirir.
Günümüzde din duyguları kaba ve cahil halk kitlelerine has bir şey olarak değerlendirile dursun iman sahipleri ayıplanma ve kınanma korkusu altında adeta bu duruma katkıda bulunmaktadır. İslam`ı anlamak ve savunmak zordur. Efendimiz "Dinde sabır göstermek avucunda kor tutmak gibi çetinleşecektir." Buyurmaktadır. Bir çöküntü tablosunda içi geçmiş aktörlerin sahneden inmediği bir dünyada; iman, ahlak, ibadet kavramlarının alaya alındığı bir ortamda ayıplanacak olanlar kimlerdir acaba!..
Dinî, kültürel ve sosyal değerler arasındaki çatışma ve çatıştırmalar, yönetici kadroların, sivil otoritenin ve kitle haberleşme araçlarının taraflı ve baskıcı tutumu Müslümanların tavır sergilemelerini engellemekle kalmayıp düzenli olarak sindirerek ayıplanma ve kınanma korkusu içine itmektedir. 19. yüzyıldan kalma pozitivizm ve materyalizm mercek yapılarak oluşturulan gündemde, gerici-ilerici, büfeci, modern-çağdaş gibi kavramlarla kurulan baskı, Müslümanların özgüvenlerini yaralamaktadır. Burada kullandığımız özgüven; kendimiz ve inançlarımız hakkında pozitif ve gerçekçi bir anlayışa sahip olduğumuz anlamına gelmektedir. Diğer taraftan, özgüven eksikliği ise; inandığı değerlerden, kendinden şüphe duymak, boyun eğme, güvensizlik gibi kavramlarla tanımlanabilir.
Son yıllarda çok sayıda modernleşmiş (!) Müslüman arasında bir mana belirsizliği, karmakarışık bir zihin yapısı ve kendi kendini inkâr eğilimi baş göstermiş durumdadır. Müslümanların mevsimlik değişim hızında olan moda düşünce akımları karşısında takındığı savunmacı, özür dileyici tavır inanmışlıklarının ve imanlarının kadir kıymetini bilmezlikten kaynaklanmaktadır. Aslında en düşük seviyede kendisini kınanma ve ayıplanma korkusu şeklinde gösteren ve Kuran’ın "kalp hastalığı" olarak tanımladığı bu durum bir "fikrî" hastalıktır. Nasıl kalp yetersizliği bedeni güç sarfı isteyen bir işten alıkoyuyorsa, ayıplanma ve kınanma korkusunun olduğu fikrî hastalıklı bir kişi de Ebû Tâlib örneğinde olduğu gibi imanından olabilir.
İslam`ı bilmeden, insanı ve onun kültürünü, davranışlarını, psikolojisini, sanatım anlamanın mümkün olamayacağını anlayamamışlar karşısında ayıplanma korkusuna, aykırılık ve uyumsuzluk duygusuna niçin düşeriz acaba! Oysa iman, bizzat kendi değeri uğruna toplum içinde bir sürgün gibi yaşamayı göze alarak başı dik durmak değil midir? İman, yalnız kalmak, dışlanmak pahasına hak bildiğin yolda yalnız yürüyebilme cesareti değil midir? Aksi tutumlar kişiyi özne olmaktan çıkarır ve edilgen bir hale sokar; bu ise sonun başlangıcıdır.