
Hikmet ehli olanlar, halkın değil Hakk’ın nazarında mûteber olabilmenin tâlibidirler. Onlar, dünyevî menfaatlerden müstağnî kalıp hakkı tebliğ yolunda zahmetlere katlanmayı kendileri için rahmet bilirler. Bu sebeple kudret ve iktidar sahiplerine, yakın çevrelerini kuşatmış olanlardan hiçbirinin yapamayacağı îkaz ve nasihatlerde bulunmaktan çekinmezler. Onların âhiretini korumak için, tıpkı bir doktorun hastasına şifâ olacak acı ilâçlar içirmesi gibi, gerektiğinde acı reçeteler vermeyi vazife telâkkî ederler. Şanlı tarihimizde yaşanan şu misal bunu açıkça ortaya koymaktadır.
Yavuz Sultan Selim, yapılan hatâ ve gâfilâne hareketlere tahammülü olmayan, celâlli bir pâdişahtı. Ancak bu celâli de, cemâli gibi ilâhî ölçüler dâiresi içinde şekillenmişti. Bir seferinde ihmallerinden dolayı hazinede meydana gelen hırsızlık sebebiyle yaklaşık kırk kişinin öldürülmelerini emretmişti. Bunu öğrenen Şeyhülislâm Zenbilli Ali Efendi, karar icrâ edilmeden engel olabilmek için, destur bile almadan alelacele Yavuz’un yanına vardı. Hâdisenin aslını bir de Sultan’dan dinlemek istedi. Yavuz:
“–Efendi Hazretleri! Duyduklarınız doğrudur, ancak sizin devlet işlerine karışmaya hakkınız yoktur!..” şeklinde sert bir cevap verdi.
Bunun üzerine Zenbilli Ali Efendi, aynı sertlikle:
“–Sultanım! Ben size şer’î hükümleri bildirmeye geldim. Zira bizim vazifemiz sizin âhiretinizi korumaktır!..” diyerek verilmesi gereken kararın doğrusunu izah etti.
Bu sözleriyle Zenbilli Ali Efendi, kendi âhiret selâmeti için de zarûrî olan îkaz ve irşad vazifesini îfâ etmiş oluyordu. Zira bunu yapmadığı takdirde kendisinin de vebâl altında kalacağının idrâki içindeydi. Bu sebeple, gazaplandığında zaptedilmez bir cengâver olan Yavuz’un huzuruna, âdeta kellesini koltuğuna alarak çıkmış, hakîkatleri cesaretle dile getirmişti.
Koca orduları dize getiren Yavuz Sultan Selim Han ise, hiç kimseden görmediği bu sert tavır karşısında biraz hiddetlendi ise de, ilâhî hakîkatlerin kıldan ince, kılıçtan keskince ölçüleri karşısında başını önüne eğdi, hakîkati anladı ve şeyhülislâmın îkâzını kabûl edip ona göre hareket etti. Üstelik Zenbilli Ali Efendi’den de özür dileyip gönlünü aldı.
Devlet ve memleket işlerinde hiçbir zaman hatır-gönül dinlemeyen bir cihangirin, ilim, irfan ve hikmet ehli zâtlara gösterdiği itaat, teslîmiyet ve hürmetin şâheser misâllerinden bir diğeri de şudur:
Yavuz Selim Han ve ordusu, Adana civârında şiddetli bir yağmura tutuldular. Her yer çamur deryâsı olmuştu. O sırada Selim Han, devrin büyük âlimlerinden Kemâl Paşazâde ile yan yana at üstünde sohbet ederek gidiyorlardı. Birden Kemâl Paşazâde’nin atı ürktü ve ürken atın ayağından sıçrayan çamur, Yavuz’un kaftanını baştan başa boyadı.
Kemâl Paşazâde çok üzüldü, rengi attı. Yavuz, ona dönerek mütebessim bir çehre ile:
“–Ulemânın atının ayağından sıçrayıp bizi boyayan çamur, bizim için şereftir, mübârektir. Bu çamurlu kaftanı, ben ölünce sandukamın üzerine örtün!” buyurdu.