Seyyid’ül-Kevneyn Efendimiz göklerle yer arasındaki zor ve dehşetengiz irtibatın merkezindeki insandır. Bu mübarek insanın ifa ettiği vazifenin ihtişamını karanlığa alışmış gözlerimizle değil, esas, nurani aydınlıkların iştiyakı içindeki ruhumuz ve kalbimizle idrak edebiliriz. Göklerin sonsuz mânâ ve lisanını yerin sonlu idrakine bağlayan bu Mir’ât-ı Hüdâ’dan istifade, sadece yerin ihtiyaçları ile mukayyet bir hayat tarzı ile mümkün olamaz. İmâmü’l-Müttakîn Efendimiz’den istifade iklimine girmenin yolu sadece zihnî ve kalbî bir tefekkür ve tefehhüm ile de başarılamaz. Yapılacak olan, O’nun göklerle yer arasında ifa ettiği vazifenin gerektirdiği bir gayret, şevk ve duyuş iklimine girmekle, en mühimi de O’nun kaderinden hisse almakla mümkündür.
Bir anda önüne bir mikrofon uzatıldığını düşün. Şöyle soruyorlar: “Sence dünyanın gelmiş geçmiş en güzel insanı kimdir?” Cevabından eminim: “Allah Rasulü sallallahu aleyhi ve sellem” diyeceksin. Elhak öyledir. İnsanlık O’nun gibisini görmemiştir, bir daha da görmeyecektir. O, Rabbimizin hem kulu hem de Rasûlüdür. Taşları çatlatacak ilâhî beyanı kalbine peyderpey almış, o beyanla terbiye olmuş, bir yandan beraberindekileri eğitirken, diğer taraftan da Allah’ın kıyamete kadar razı olacağı bir dini bütün insanlığa tebliğ etmiştir.
En Güzel İnsan O’dur, bunda şüphe yoktur, peki ya ardından gelecek şu soruya ne cevap verirdin: “Niçin?” Öyle ya, niçin diye de sorarlar. Bunu böyle olduğuna inansalar da sorarlar, çünkü herkesin kendine ait bir penceresi vardır. Güzellik o pencereden nasıl gözüküyor, bunu bilmek isterler, ama daha önemlisi senin dilinden herkesçe malum bir güzelliğin niye öyle göründüğünü merak ederler, o güzellik vasıtası ile senin pencerenin açısını, genişliğini ve berraklığını ölçmek isterler.
Niye soruyorum bunu, biliyor musun? Önüne uzatılacak o mikrofona söyleyeceğin ve bununla seni izleyen herkesi bir şekilde ikna edeceğini düşündüğün o üç beş cümle hakkında düşünesin diye… Tekrar soruyorum: “Neden en güzel insan senin Peygamberindir” şeklindeki bir soruya nasıl cevap verir, ne derdin? Kafasında binbir tereddütle oradan oraya savrulan şu zamane insanlarının gönlüne ve zihnine nasıl seslenirdin? Hele hele, gelmiş geçmiş o en güzel insanın, eli kanlı bir cani ya da şehvet düşkünü gibi gösterilmeye çalışıldığı şu zamanda O’nun tertemiz siretini aksettirmek için kurduğun cümleler nasıl olurdu? Sonuçta sınırlı bir zaman diliminde, oturup üzerinde düşünmeye fırsat bile bulamadığın bir anda kuracağın o üç-beş kırık cümle ne anlatırdı, neyi öne çıkarırdı?
Üç beş cümle diyerek basitleştirdiğime bakma, aslında sendeki Peygamberimiz algısından bahsediyorum. Bu algı, aniden kurmak durumunda kalacağın üç beş cümle ile o kadar güzel açığa çıkar ki… Saatlerce düşünüp, özene bezene hazırladığın metinlerdeki Peygamber algısının yanında, bu kırık dökük cümleler çok daha doğru ve net bir bakış sunar, çünkü içten ve samimidir. Küpte ne varsa dışarı o sızar. “Benim Peygamberim” dediğinde ilk aklına gelenler o kadar sana özgüdür ki yapmacıklık şansın yoktur. Eksik ya da yetersiz, o akseden, kitapların anlattığı değil, senin anladığın, dahası senin yaşadığın, benim dediğin, “senin Peygamberin”dir.
“Senin Peygamberin” kimdir? “Senin Peygamberin”, Rahmeten li’l-Âlemîn Efendimizi öğrenmeye, anlamaya ve yaşamaya başladığın andan itibaren içinde büyüyen Peygamber resmidir. Hayata O’nun baktığı yerden bakmak, dünyaya onun verdiği kıymeti vermek, ümidi, korkuyu ve sevinci O’nun algısı çerçevesinde yeniden tarif etmek yolunda mesafe kat eden herkes zamanla “benim Peygamberim” diye tarif edebileceği özel bir alana açılır. Orası cidden özel bir alandır; çünkü “benim Peygamberim”, siyerlerde ya da hadislerde anlatılan Peygamberin ötesinde, kalbimiz ve vicdanımızda ma’kes bulmuş Peygamberimize işaret eder. O, önüne uzatılan mikrofona söylediğimiz, kalbimizden dilimize akseden üç beş cümlede saklı bir şahsiyettir. Bu kadar basit midir? Evet, bu, nihayetinde üç beş cümle ile ifade edilebilecek kadar basit ve fakat yine âlemlere rahmet bir şahsı, üç beş kırık cümle, sığ bir idrak ve mahdut bir heyecan ile “benim Peygamberim” şablonuna sığdıracak kadar mesuliyetli ve zor bir iştir. Aslında O hep daha fazlasıdır, ama bizi değiştirecek, harekete geçirecek, bizi O’na ümmet kılacak olan O’na dair anlayışımızdan hayatımıza aksedecek işte o kritik, o kırık dökük üç beş cümledir. Bu üç beş cümle ile ortaya çıkan da aslında başka bir şey değil, ancak ve ancak O’na dair nasibimizdir.
O’ndan nasibimiz zihnî ve kalbî seviyemizle alakalıdır. Hayatımız, her ânı değerlendirilen ve her safhası O’na referanslarla kıymetlenen, son nefese kadar sürecek bir mücâhede iklimine girmezse nasibimiz güdük kalır. O’nun hayata yöneldiği gibi yönelmeden, dünyaya O’nun baktığı yerden bakmadan; insan, zaman ve mekân algımızı O’nun mektebinde terbiye etmeden ideal insan kıvamına erişmemiz mümkün değilse, nasibimizi zenginleştirmenin yolu hayata tıpkı O’nun gibi bakmak, oluşu O’nun gibi anlamak ve tıpkı O’nun gibi bir “seyr” moduna girme gayretine bağlıdır.
Bir anda önüne bir mikrofon uzatıldığını düşün. Şöyle soruyorlar: “Sence dünyanın gelmiş geçmiş en güzel insanı kimdir?” Cevabından eminim: “Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem” diyeceksin. Ama sonrasında için bir yanardağ gibi kaynamaya başlamayacak, gözlerine yaşlar hücum etmeyecek, dudaklarını ısırmak zorunda kalmayacak, kalbinden kopup gelen kelimelerin ağzındaki yalımını hissetmeyecek ve nazarını muhatabının gözlerinin en derinine salarak konuşmaya başlamayacaksan hiç konuşma derim, hiç konuşma…
Hâtem-ü Nebiyyin Efendimiz hayata nasıl yaklaşır, insanları nasıl görür, muamelesini neyin üzerine bina eder, ne tür bir hayat tarzının temsilcisi ve tebliğcisi olarak yaşardı? Öncelikleri nelerdi? Neyi dert eder, neyin korkusunu taşırdı? Ne ile ümitlenir, nasıl bir hâlet-i rûhiyede yaşardı? Bu soruların cevabını bize Kitap ve Sünnet kaynaklı olarak etraflı bir şekilde veren kaynaklar vardır; nitekim bu konuda gerek selef-i sâlihinin, gerek büyük ulemânın ve gerekse yeni araştırmacıların her geçen gün daha geniş kesimlere ulaşan eserleri geniş bir istifade alanı açmaktadır. Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’le ilgili hayatımıza dokunan bu tür araştırma ve çalışmaların gittikçe artması şüphesiz şükre vesiledir ama biz, O’ndan, sadece bu eserleri okuyarak değil, O’nun hayat tarzı ve hayata bakışına dair yukarıdaki soruların bizim dünyamızdaki karşılıklarını bularak istifade edeceğiz; bunu atlamamak gerekir. Bu açıdan esas önemli olan, kitaplarda anlatılan Nebîyyi Muhterem Efendimiz’in bizim dünyamızda ne kadar ma’kes bulduğudur. O’ndan işittiğimiz ya da öğrendiğimiz bir davranış kendi iç dünyamızda nereye oturmaktadır? Dahası bu davranış içimizde güzellikler yeşertecek bir değişim dalgası başlatabilmekte midir? Bu soruların cevabı sadece kitapların kalitesi ya da Sultân-ı Enbiyâ Efendimizin hayatının farklı bakış açıları ile arz edilebilmesinde değil, daha önemlisi bizim Rasûl-i Müctebâ Efendimiz’i nasıl görüp nasıl değerlendirdiğimize ilişkin bakışımızda yatmaktadır.
Seyyid’ül-Kevneyn Efendimiz göklerle yer arasındaki zor ve dehşetengiz irtibatın merkezindeki insandır. Bu mübarek insanın ifa ettiği vazifenin ihtişamını karanlığa alışmış gözlerimizle değil, esas, nurani aydınlıkların iştiyakı içindeki ruhumuz ve kalbimizle idrak edebiliriz. Göklerin sonsuz mânâ ve lisanını yerin sonlu idrakine bağlayan bu Mir’ât-ı Hüdâ’dan istifade, sadece yerin ihtiyaçları ile mukayyet bir hayat tarzı ile mümkün olamaz. İmâmü’l-Müttakîn Efendimiz’den istifade iklimine girmenin yolu sadece zihnî ve kalbî bir tefekkür ve tefehhüm ile de başarılamaz. Yapılacak olan, O’nun göklerle yer arasında ifa ettiği vazifenin gerektirdiği bir gayret, şevk ve duyuş iklimine girmekle, en mühimi de O’nun kaderinden hisse almakla mümkündür.
O masum yetim; güzel ahlâkı, temiz nâsiyesi ve duru sîreti ile göklerden gelen sözlerin yerde yürüyen canlı kanlı bir merkezi olduysa, O’nun örnekliğini arzu edenler de benzeri bir yol tutmak zorundadırlar. O yol, aynı türden bir gayret ve adanışın ardına düşmüş güzel ahlak çabası ile açılır. O yol kire batmış bir dünyada temiz kalma iradesini dipdiri tutmakla açılır. O yol arınmayı başlıca gayesi haline getirmiş duru bir sîrete sahip olma gayreti ile açılır. O yol uyanıkken rüya görmekle, en zor zamanda Kisra’nın, Şam’ın, Yemen’in anahtarlarının müjdesini vermekle, halet-i nez’de sevgili kerimesine dönüp “ağlama kızım, baban bir daha acı çekmeyecek” diyebilecek bir öte dünya ve Refîk’i Â’lâ aşkı ile açılır. Bu yol aşk, şevk ve merhametle bezenmiş Muhammedî fıtratın yoluysa, o yolda yürümek ancak o yolun sahibinin aşkı, gayreti, derdi ve yönelişinden hisse almakla mümkün olur.
Bir anda önüne bir mikrofon uzatıldığını düşün. Şöyle soruyorlar: “Sence dünyanın gelmiş geçmiş en güzel insanı kimdir?” Cevabından eminim: “Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem” diyeceksin. Ama sonrasında için bir yanardağ gibi kaynamaya başlamayacak, gözlerine yaşlar hücum etmeyecek, dudaklarını ısırmak zorunda kalmayacak, kalbinden kopup gelen kelimelerin ağzındaki yalımını hissetmeyecek ve nazarını muhatabının gözlerinin en derinine salarak konuşmaya başlamayacaksan hiç konuşma derim, hiç konuşma…