
Çokluk bugünün kimliği. Bugün sistem çoklukla kâim. Çok olmayan zayıf kalıyor. Aylaklar bir böcek gibi eziliyor. Herkes çok olmak, çok konuşmak, çok üretmek, çok tüketmek için çalışıyor. Üretmede bir sınır görülmediği gibi tüketmede de bir sınır görülmüyor.
Meramımızı henüz nazımla anlatabildiğimiz günlerde “kesret”in içinde boğulmuyorduk. Çünkü biz “vahdet”e iman ediyor, ona ulaşmak için ortaya koyduğumuz her eseri “vahdet”e yöneltiyorduk. Bir okyanusu bir mercanın içine sığdırmak, canımızdan çok sevdiğimizi adına ‘gül’ denilen güzel bir bitki ile temsil etmek, sevgilinin kirpiklerini yüreği delip geçen sivri bir oka benzetmek bize hastı. Yazdığımız, okuduğumuz neredeyse her kitap manzumdu. Âlimlerimiz eserlerini çoklukla manzum yazar, manzum söylerlerdi. Şairlerimizin neler söylediklerini söylemeye ne hâcet? Az sözle çok şey ifade ediyor, sözün abartılısından kaçınıyorduk. Çünkü dinimizin, dilin afetleri ile ilgili nasihatları hâlâ ‘kulaklarımızda bir küpe’ olarak duruyordu. Biliyorduk ki, -sahip olunmazsa- dil bir belaydı.
Yeri geldiğinde abartı da yapılırdı bizde. Hatta bütün bir edebiyat tarihimiz mübalağalarla doludur bizim. Evliya Çelebi, gezdiği gördüğü yerleri; Fuzuli, Allah aşkından duyduğu ızdırabı hep mübalağa ile anlatmıştır. Tasavvuf tarihimiz mübalağalarla doludur; Bu mübalağalar, kelimelerin hisleri ifade etmede kifayetsiz kalmasındandır. Biz hep hislerimizi, acılarımızı, sevgilimizi mübalağa ettik. Kesretin değil, aşkın çocuğu olduğumuzdan sayılarla pek işimiz olmadı bizim, sayılara pek rağbet göstermedik.
Bir zaman sonra o ‘küpe kulağımızdan düştü’ ve küpesiz biri nasıl bir zamanlar kulağında küpe olduğunu hepten unutursa öyle de bize verilen bütün nasihatları unuttuk ve rotamızı kaybettik. Ondan sonra ver elini bilim, teknik, sayılar, sayılar, sayılar ve pozitif felsefe…
Gülhane Hatt-ı Hümayunu’nun ilan edilmesinin ardından “pozitivizm ilmihali”nin yazarı Auguste Comte, Mustafa Reşid Paşa’ya yazdığı mektupta İslam ülkesini “yeni insanlık dini”ne (pozitivizme) davet ediyor, Reşid Paşa’dan memleketi buna hazırlamasını talep ediyordu. ‘Yeni insanlık dini’nin papası misyonerliğini büyük bir aşkla yapıyordu. Batılı adamın bu aşkı o yıllarda meyvelerini edebiyatta ve düşüncede veriyor, pozitif felsefe içimize yavaş yavaş sokuluyordu. Cemil Meriç’in “İlk sosyalist” kabul ettiği Saint-Simon haklı çıkmıştı. Toplumu artık ‘krallar değil, aydınlar’ yönetecekti. Yeni düzende toplum herhangi bir matematik problemi gibi çözülebilecek, üzerinde deneyler yapılabilecekti. Bütün insanlar çalışacak, üretecek, çalışmayan aylaklar yok edilecekti. Eşek arısı değil, bal arısı olacaktık, olmalıydık, olduk da.
Gelişecek, büyüyecek, çoğalacak, çoook olacaktık. Bunun için deliler gibi çalışmaya başladık. Endüstrileştik, makineleştik, ‘trim trak trim trak’ gıcırtıları çıkardık, kadınlarımızı çağdaşlaştırdık, on yılda on beş milyon genç yarattık, yarattık, yarattık… Yaratıyoruz. Tabiatın altından girip üstünden çıkıyoruz. Çok okuyor, çok yazıyor, çok konuşuyoruz. Öyle ki bir meselenin toplumda çok konuşulmasının, o meseleyi daha kolay çözeceğine neredeyse iman ediyoruz. Herkes konuşsun diye TV’lerden meseleleri bas bas bağırıyoruz. Milletvekilleri çıkıyor, “Anayasa meselesi ne kadar çok konuşulursa, o kadar çok faydalı olacaktır” diye açıklama yapıyor. Ergenekon meselesi sanki ferd ferd her vatandaşı ilgilendiriyormuşçasına tam beş yıldır insanların kafalarının içine sokuluyor. Bir film çıkıyor; tarihe, kutsala, geleneğe hakaret etti diye -sanki biz konuştukça sevaba giriyormuşuz gibi- günlerce konuşuluyor. Egosunu kabartmak isteyen üç beş ‘tefekkür adamı kılıklı’ çıkıyor, konuştukça konuşuyor, sabaha kadar salonumuzun duvarında tartışıyor biz de koltuklarımıza öylece mıhlanıp ağzımızı açıp onlara bakıyoruz. Hiç kimse hangi mesele yalnızca çok konuşularak çözülmüş diye sormuyor. Hiç birimizden “ne oluyoruz yahu” nidası yükselmiyor, yükselen nidalar da havada bir toz bulutu olup kayboluyor.
Hâsılı, çokluk bugünün kimliği. Bugün sistem çoklukla kâim. Çok olmayan zayıf kalıyor. Aylaklar bir böcek gibi eziliyor. Herkes çok olmak, çok konuşmak, çok üretmek, çok tüketmek için çalışıyor. Üretmede bir sınır görülmediği gibi tüketmede de bir sınır görülmüyor. Devletlerin güçleri ne kadar ürettikleriyle ve ne kadar çok nüfusa sahip olduklarıyla ölçülüyor. Çin’de ve Japonya’da insanlar Amerika’ya yetişmek için deliler gibi çalışıyor. Bizim eksiğimiz ne değil mi?
Öyle ya daha 2023’de bir dünya devi olacağız! Haydi o halde çalışalım, üretelim, konuşalım, yazalım, çizelim, para basalım, üç çocuk yapalım. Haydi kızlar okulları dolduralım, çok olalım!