
Okulun tek altıncı sınıfına derse girdiğimde, ön sırada oturan Sabiha sınıfta ilk aklımda kalan sima olmuştu. Çünkü öyle bir ders dinlemesi vardı ki onun o heyecanını, o güler yüzünü, o mutluluğunu anlatmaya gerçekten de kalemimin kudreti yetmiyor. Beni şimdiye kadar böyle dinleyen başka hiçbir öğrencim olmadı... Ve beni onun kadar seven de bir öğrencim olmadı…
İşsiz güçsüzdüm, hiç ummadığım bir dönemde bir telefon geldi. Telefon Şırnak Milli Eğitim Müdürlüğü’ndendi… Şırnak Uludere’de sözleşmeli öğretmenlik yapmak için gidip gitmeyeceğimi soruyorlardı. Hiç düşünmeden “giderim” dedim. Herkes için ani bir gelişme olmuştu. Bilhassa annem duygusal bir hal almış, terörle anılan bu bölgelere gideceğimi duyunca pek sevinememişti.
İki gün sonra karda kıyamette yollara düştüm. Önce esrarengiz bir havasının olduğunu düşündüğüm Nuh’un –aleyhisselam- şehri Cizre’ye ulaştım. Cizre kışın ortasında olmasına rağmen sıcak bir yerdi. Sonra transit minibüslerle Şırnak’a geçtim. Şırnak alabildiğince karlıydı. Sırtımdaki yün yorganım ve elimdeki çantamla Uludere minibüslerinin durağını buldum. Yollar karlı olduğu için saatlerce bekledikten sonra bir minibüsle yüksek dağların arasındaki virajlı yollardan geçerek Uludere’ye ulaştım. O zaman ömrümün üç yılından fazla bir dönemini orada geçireceğim aklımın ucundan bile geçmemişti. Daha sonra bu minibüslere birçok kereler binecek, hatta onları saatlerce bekleyecektim…
Uludere’de öğretmenlerin kaldığı eski küçük bir öğretmenevine yerleştim. Diğer öğretmenler sözleşmeli olduğum için bana gariban gözüyle bakıyorlardı. Üç yıl zarfında oradaki öğretmenler ve milli eğitim müdürü dâhil idarecilerle sıkıntılar yaşadım ki bunlara hiç girmeyeceğim… Ancak şunu söylemeden geçemeyeceğim: Hayatımın en güzel dostluklarını bu ilçede kurdum. Öyle ki iki dağın arasında hapsedilmiş olan bu köy görünümündeki ilçede kalmanın tek güzel tarafı orada tanıştığım bu güzel insanlardı. Fizikçi Halil, Tarımcı Yücel, Çaycı Osman, Noter Metin ve Kaloriferci Ramazan… Bir de Seyda ile tanıştık ki okulumuzun az ilerisindeki bir camide irşat faaliyetlerini yürütüyordu. Herkesin sevdiği saydığı bir şeyh efendiydi. Ondan da bahsedemeyeceğim çünkü bir iki cümle ile onu anlatmak haksızlık olur. İnşallah başka bir zaman sadece onu anlatırız. Ya da bir gün o yokuşu çıktığımda bana naklettiği ayeti söyleyeyim isterseniz: “Kim Allah’a tevekkül ederse Allah ona yeter” (Talak, 3)
Bir derenin kenarında ismini bile anmak istemediğim bir okulda göreve başlamıştım. Hani şu yaygın olan okul isimlerinden… Ne gariptir ki yıllar sonra İstanbul’da çalıştığım okul da derenin kenarındaydı ve aynı ismi taşımaktaydı.
Aslında bunlar çok da önemli meseleler değil, benim size asıl anlatmam gereken Sabiha’nın hikâyesinin yanında… Okulun tek altıncı sınıfına derse girdiğimde, ön sırada oturan Sabiha sınıfta ilk aklımda kalan sima olmuştu. Çünkü öyle bir ders dinlemesi vardı ki onun o heyecanını, o güler yüzünü, o mutluluğunu anlatmaya gerçekten de kalemimin kudreti yetmiyor. Beni şimdiye kadar böyle dinleyen başka hiçbir öğrencim olmadı... Ve beni onun kadar seven de bir öğrencim olmadı…
Sabiha’nın babası Uludere’nin en mazlum, en güzel insanlarından birisiydi. İki üç saat yol yürüyerek dağlara tırmanıyor, bir katır yükü odun yüklenerek onu da iki buçuk porsiyon döner parasına satıyordu. Kısa boylu, sessiz, sakin yaşlı bir adamdı. Üstelik de bazen bir ay süren hastalıkları yüzünden yataktan kalkamıyordu. Sabiha’nın annesi ise köyün en çok misafir seven kadınıydı. Haftada en az dört kere beni yemeğe çağırıyordu. Ben de haftada bir veya iki kere onlara yemeğe gidiyordum. Yemeğe gittiğimizde “kutilik” adlı yöresel içli köftelerini hazırlamış oluyorlardı. Yemekten sonra bir dakika boş bırakmadan, cevizler ve üzümler, sütler ve çaylar art arda bir birini kovalıyordu. Sırtıma koydukları üç dört tane kocaman yastık ve ikram olsun diye sobaya attıkları odunlar sayesinde adeta kavruluyordum. Atmayın demenin bir faydası yoktu.
Bir gün, caminin kapısında Mushaf, elifba, teşbih ve takke satan merkez caminin Afyonlu müezziniyle karşılaşmıştım. Bana tayininin çıktığını elindeki malları aldığı fiyata satmak istediğini söyledi. Ben de bunların hepsini aldım. İçlerinden bir tane Kur’an Mushaf’ını Sabiha’ya hediye ettim. Bu Mushaf’ın ne olduğunu yazının sonunda öğrenmiş olacaksınız…
Sabiha’nın ablaları, abisi ve küçük kardeşi Mevlüde’den bahsedemeyeceğim çünkü onlar hakkında da söyleyecek o kadar çok şey var ki… Ama şunu bilelim Sabiha’nın babası bütün çocuklarının önce Kur’an’ı öğrenmelerini istemiş. Sabiha ve kardeşleri Kur’an’dan hiçbir zaman uzak değillerdi. Uludere’de gördüğüm en dindar ve samimi ailelerden birisiydi.
Bir gün, caminin kapısında Mushaf, elifba, teşbih ve takke satan merkez caminin Afyonlu müezziniyle karşılaşmıştım. Bana tayininin çıktığını elindeki malları aldığı fiyata satmak istediğini söyledi. Ben de bunların hepsini aldım. İçlerinden bir tane Kur’an Mushaf’ını Sabiha’ya hediye ettim. Bu Mushaf’ın ne olduğunu yazının sonunda öğrenmiş olacaksınız….
Sabiha lise birin ikinci döneminde iken ben İstanbul’a geçtim. Beni ara sıra çaldırıyor, ben de onu arıyordum ve konuşuyorduk. Bana heyecanlı bir şekilde okuldaki ve ilçedeki olan biteni anlatıyordu. Bazı haksızlıklara tahammül edemiyor, çok üzülüyordu. Terör örgütüne sempati besleyen arkadaşları ile saatlerce tartıştığını da anlatıyordu. Ben onun bir Allah adamı olduğunu bildiğim için onun konuşmalarını sabırla dinliyordum.
Bir gün lise birin sonundayken kaymakamlık çalışkan öğrencileri İstanbul gezisine getirmişti. Bana telefon etti, ancak grubu Eyüp Sultan’dan ayrıldıktan yarım saat sonra Eyüp Sultan’a ulaştığım için kendisini göremedim. Fakat kendisi Eyüp Sultan’da değerli büyüğüm Dr. Mehmet Emin Bey ile o gün tanıştı. Sabiha bana telefonda şöyle dedi: “Hocam İstanbul’u görmem için dua etmiştiniz, bugün çok şükür nasip oldu.” Bir sene sonra bir kez daha bir öğrenci gezisi ile Sabiha İstanbul’a geldi. Bu sefer onunla Eyüp Sultan’da görüşebildik.
Sonra yaz tatili girdi ve Sabiha seneye üçüncü sınıfa geçecekti. Ama yaz tatilinde bir hastalık musallat olmuş, Şırnak, Diyarbakır ve en son İstanbul Çapa’da aylar süren bir tedaviye girmişti. Daha önce de karnının çok şiddetli argıdını bana hep söylerdi. Bir kandil günüydü, Dr. Mehmet Emin Bey ayakta duramayacak kadar yorgundu, kendisine bu gün yapabileceğimiz en güzel ibadetin hasta ziyareti olacağını söyledim. Bunun üzerine Çapa’ya Sabiha’yı ziyarete gittik. Sabiha yirmi kilo kadar zayıflayıp küçülmüştü. Beni görünce ağladı. Mehmet Emin Hocam ona hastalar risalesini okudu. Bize; “burada namaz kılamıyorum, her tarafımda hortumlar var” diye dert yandı. Mehmet Emin Hocam da kendisine teyemmüm ile kılmasını söyledi. O bundan sonra teyemmüm ile kıldı namazlarını. Ama başını kaldırmaya bile dermanı olmaksızın…
O günden sonra her gün bir kaç sefer telefonla görüştük. Artık ağrılara dayanamadığını söylüyordu. Karnında delinmedik yer kalmamıştı. Ara sıra da bana mesaj atıyordu. Hala telefonumda sakladığım mesajlardan birisi de şu şekildeydi: “Üç günlük dünya için gayret üstüne gayret. Ebedi bir yaşam için gayret yok hayret. (N. F.K.)”
Yine bir gün Eyüp Sultan’dayken Sabiha çaldırmış ve ben de onu aramıştım. Mehmet Emin Hocam da selam söylemiş ve duasını istemişti… Bana o gün kendisini başka bir odaya aldıklarını, artık hiçbir şeye dokunmalarına bile izin vermediklerini, iki gündür bir damla bile su vermediklerini söyledi. O gece Sabiha dizlerinde dermanı olmadığı halde bir kuş hafifliğinde bir melek kız olarak ablasıyla bir tartışma yaşıyor. Sabiha ısrarla yerde seccadede iki rekât namaz kılmak istiyor. Fakat durumu kesinlikle buna müsait olmadığı için ablası izin vermeyince yine yatağında kılıyor.
Ertesi günü Nimetullah Yurt Hoca Efendi ile bir mülakat yapmak üzere sabahın sekizinde Aksaray’dan Fatih’e doğru çıkarken telefonum çaldı. Telefondaki ekrana göre arayan Sabiha’ydı… “Buyur Sabiha” dedim. “Ho…. hooocam…” diye hıçkırıklarla ağlıyordu telefondaki ses... “Ben Sabiha değilim ben Sabiha’nın ablasıyım. Sabiha bu sabah öldü…”
O gün bugündür Sabiha aklımdan çıkmıyor. Her Çapa’dan geçişimde tarifi imkânsız duygular yaşıyorum. Melek olup uçan bu kızcağızın cenazesi Uludere’ye götürülüyor, çok rüzgar esen bir dağın yamacına defnediliyor. Ve sonradan öğreniyorum ki vefat ederken yanında benim yıllar önce hediye ettiğim Kur’an Mushaf’ı bir de gün gün kayıt ettiği kaza namazlarının listesi bulunan bir defter… “Çok şükür kaza namazım kalmadı” yazmış….