Allah, nasıl kitabını kul eliyle bildirmiş, doğru yolunu kul eliyle göstermiştir, yardımını ve yolunun seyrini de kullar eliyle göstermektedir. Dolayısıyla istikamet, aslında doğru yolda dosdoğru gidenleri bulmak ve onlarla beraber yol tutturmakla kaimdir. O’nun yoluna koyulmuş, O’na içten ve samimi bağlanmış kişilerin yoluna düşmek gerekir. İstikamet, onların hak ve hakikat yolundaki yardımlaşmaları ile tecelli eden bir keyfiyettir.
Bir iman problemin yok değil mi? İnanıyorsun. Zihninde sorular olabilir, ama son tahlilde biliyorsun ki yol bellidir. Allah vardır, peygamber ve kitabı haktır. Dediği yoldan gidene cennet, o yola aldırış etmeyip hevasına uyana cehennem vardır. Hepimize fırsatlar kadar tehditler de verilmiştir. Herkes verilen zaman ve imkân çerçevesinde kendisinden bekleneni yerine getirmek zorundadır. Hayat bu anlamda bir imtihandır, ama burası, imtihanı verenin azametine yakışır bir şekilde etrafı rahmetle örülmüş ve fakat doğumdan ölüme binbir tecelli ile örülmüş bir sahneye sahiptir. Bu sahneyi hayranlıkla seyredip reca ve hayranlık vadisine girmek de mümkündür, irkilerek seyredip havf ve haşyet vadisine girmek de… Ama idealinin bu ikisi arasında gidip gelmek olduğu da mâlumdur.
Zannediyorum buraya kadar itiraz etmezsin, çünkü inandığımız temel çerçeve önemsiz ayrıntı farkları hariç budur. Ama yetiyor mu bu duydukların, bak bu ciddi bir sorudur. Bu okudukların ne yapıp ne etmen gerektiği noktasında sana bir tam bir donanım sağlıyorsa, seni sana bırakıp kenara çekilmekten başka yapacak yoktur. Yolun da yolculuğun da mübarek olsun. Bundan sonrasını okuman gerekmez.
Ama daha fazlası olmalı diyorsan seninle biraz daha konuşmamız, tefekkür etmemiz ve dolayısıyla bir yolculuk yapmamız gerekiyor. Yürüyelim ve yukarıdakilerin neden yetmeyebileceğine dair bir kanaat oluşturalım. Bunu başarabilirsek yetmeyene yetecek azığı bulmak noktasında bir ümidimiz oluşabilir. Bir şey daha: Belki bu süreçte tanış da çıkarız. Hatta aramızda daha fazlasının bile olduğunu keşfedebiliriz. Daha fazlası ruh akrabalığıdır. Akraba ruhlar, zamanı ve zemini bilinmeyen bir buluşmada birbirlerine çok yakın bulunmuş olanlardır. Muhtemelen onlar gözlerini ve özlerini sermest eden “Ben sizin Rabbiniz değil miyim” sorusunun cevabını birlikte vermişlerdir, o anın elektriğini birlikte hissetmiş, o anın hemen sonrasında yaşanılan coşkuyu birlikte paylaşmışlardır. Seninle ruh akrabalığımız varsa varoluşumuza dair oluşacak kanaatlerimiz bizde apayrı bir coşku, apayrı bir neşve uyandıracak, bundan emin olabilirsin. Tıpkı o mecliste yaşadığımız coşku gibi… Akraba isek o coşkularımız da akraba olduğu için böyle olacak.
Madem yukarıdakilerden daha fazlasını umuyor ve bekliyoruz, bu niyetle başlayalım yürümeye… İlk tespit şudur; yukarıda anlattıklarımız kardeşim, hakikattendir, ama bizatihi hakikat değildir. Hakikat, hiçbir zaman içerilebilecek, kapsanacak, tarif edilecek, sınırları çizilecek bir şey olmamıştır. Hakikat bilinebilir bir şey değil, hakikat erilebilir bir şeydir. Dahası hakikat, sürekli keşfedilmesi gereken bir keyfiyete sahiptir. Ona erenler, ondan bir an bile fariğ olmanın ne büyük bir kayıp olduğunu yaşayarak tecrübe etmişlerdir. Bu, hakikat için durmadan almamız gereken bir mesafe olduğunu gösterir. Öyledir; hakikat, edinilip, kendisi ile bir köşeye kurulacağımız bir şey değildir. Hakikat, kendisi için sürekli ceht halinde olmamız gereken bir sevgilidir. Şu kadar ki bu sevgilinin kokusu her yerde, cemali her izde ve fakat kendisi sadece hayrette ve gaybubettedir. Zamanın akışı, şu kâinatın dönüşü ve hareketsiz en ufak bir maddenin bile olmaması bize yeteri kadar ibrettir; hakikat akıp gitmededir, “seyr” etmektedir. Ona ermek isteyen de öyle olmalı, sevgilinin hali ile hallenmelidir. Hakikate ermek isteyen sürekli oluş ve akış halinde olmalı, bir an bile hakikate erme derdini terk etmemelidir. Bu niye önemlidir? Bilmek yetmez, ermek gerekir. Bilgi, zihnimizde ilk yangında kurtarılacak bir eşya gibi duruyorsa işe yarar bir şey değildir. Bilgi dekorun kendisi olmalı, bizimle bütünleşmeli, hal olmalı, hissedilen, tadılan ve zevk edilen, dahası bu anlamda gözüken bir şey olmalıdır. Demek ki bildiğimiz değildir önemli olan, kendimize hal yapabildiğimiz, haz aldığımız, kendisi ile yaşadığımız zevki dışarıya aksettirebildiğimizdir.
İkinci tespit ise şudur: İnanmak, tasdik etmek ve bilmek bir seviye meselesidir. Seviye söz konusu ise farklı seviyeler vardır. İnanmak ve bilmek, farklı katları olan bir binanın ilk katlarına denk gelir. Bilene, erene daha üstler de vardır. Ama bunun için önce üstteki katların varlığına inanmak, sonra bulunulan katın bize yetmediğinin ayırdına varmak gerekir. İlk katlar zihninle ve aklınla bulunduğun yerlerdir. İman, bunun ötesindeki katlarda da iskâna sahiptir. Dolayısıyla inandıklarınla sadece zihninin ikna olması yetmez. Sana dair ne varsa, başta kalbin olmak üzere bütün uzuvların, letaiflerin ve senden içre bütün senlerin ikna olmalıdır. İkna da yetmez, tatmin olmalıdır. Zihnin tasdik edebilir, elin ne kadar buna iştirak eder, bilmezsin. Aklın bilir ama kalbin ne kadar inanır, kontrol edemezsin. Ama hepsini tıpkı zihnini inandırdığın gibi inandırmak zorundasın. Elin ne kadar Müslümandır, kalbin ne kadar Müslümandır, sırrın, özünün özü ve seni sürekli çelmelemeye uğraşan karanlık yanın ne kadar Müslümandır? İçimizden gelerek, her şeyimizle inanmak, bize yetmeyeni bulmak demektir. Bize yetmeyeni bulduğumuz zaman, bizi tatmin edeni de buluruz. Bu dünyadayken ahireti bulmak demektir. Ölmeden evvel ölmek muhtemelen böyle bir şeydir. Ama bu nadiren bir anda olur. Teamül, bu sürecin, keşfederek, azmederek ve ahdederek bir yolculuk haline dönüşmesidir. O yüzden inanmak sonsuza doğru uzanan bir merdiveni sabırla tırmanmaya benzer. İnanmak, sadece aklını değil, kalbini, uzuvlarını, cümle letaiflerini, aydınlık ya da karanlık ne kadar yanın varsa hepsini inandırma mücadelesidir. Her gün vücudunda bir ışık yanmalıdır. Her gün bir yerinden nur peydah olmalıdır. Derdin o nurun tamamına ermektir; önün ışımalı, arkan ışımalı, altın ışımalı, üstün ışımalı, sağın ışımalı, solun ışımalı, külliyen ışık olmak nihai hedefin olmalıdır.
Üçüncü tespit, inanmanın sürekliliğinin nasıl sağlanacağına ilişkindir. İnançta sabitkadem olmak ancak istikametle mümkündür. İstikamet ise bir ipte yürümek gibi sürekli teyakkuz halinde olmayı gerektirir. İstikamet, yani dosdoğru yolda dosdoğru yürümek sürekli hakkında yardım dilenecek zor bir iştir. Yardım ilk dilenecek Cenab-ı Hak’tır. O yüzden her Fatiha okuyuşumuzda istikamete ermek için yardım isteriz. Cenab-ı Hak’kın yardımı nasıl gelir, ne zaman gelir, ne suretle gelir, bunları çok zaman kestiremeyebiliriz, ama yardım çok zaman kul eliyle gelir. Allah, nasıl kitabını kul eliyle bildirmiş, doğru yolunu kul eliyle göstermiştir, yardımını ve yolunun seyrini de kullar eliyle göstermektedir. Dolayısıyla istikamet, aslında doğru yolda dosdoğru gidenleri bulmak ve onlarla beraber yol tutturmakla kaimdir. O’nun yoluna koyulmuş, O’na içten ve samimi bağlanmış kişilerin yoluna düşmek gerekir. İstikamet, onların hak ve hakikat yolundaki yardımlaşmaları ile tecelli eden bir keyfiyettir. İstikamet, hak ve hakikate dair müşterek bir yolculuğun tabii neticesidir. O yüzden istikameti bulmak istikamet üzere gidenlerin dostluğunu bulmak demektir. Bir diğer ifade ile doğru yol, doğru dostların yoludur. Doğru dostların yolu ve onlarla kurduğumuz dostluk, bizi hakikate doğru bitmeyecek bir yolculuğa iletmekle kalmayacak, bütün uzuvlarımızın ve letaiflerimizin Müslümanlaşmasını ve nur olmasını da sağlayacaktır. O’nun tevfik ve inayeti ile…