
(Hakikatte bugüne kadar attığım en uzun başlıktır.)
nce Bülent Ersoy’un durumunu açıklığa kavuşturalım. Zatın birinden dinlemiştim: Adamın biri merak etmiş; Bülent Ersoy’un durumu caiz mi değil mi diye hoca efendiye sormuş. Hoca, cevap vermiş: “Allah.” Adam, biraz düşünmüş “Hımm…” demiş. Sonra: “Efendim, tam anlamadım. Biraz daha açıklayabilir misiniz?” diye devam etmiş. Hoca: “La ilahe illallah” demiş. Adam: “Hımm… Efendim, bu sefer anladım ama kafama bir şey takıldı. Orayı da açıklayabilir misiniz?” demiş. Hoca: “La ilahe illallah Muhammedür resulullah” demiş. Adam: “Şimdi anladım” demiş. Teşekkür etmiş. Gitmiş…
Böylelikle Bülent Ersoy ve benzer durumda olanların durumlarını da açıklığa kavuşturduktan sonra, gelelim asıl konumuza…
Düşündüm de… Yok yok; hemen gelmeyelim. Bazılarınıza yukarıda verdiğim örnek biraz imkânsız gelmiş olabilir. Bu yüzden başka bir örnek daha vereyim: Nevvas b. Sem’an’ın bir rivayetine göre: “Allah-u Teâlâ, bir emrini bildirmek istediği zaman onu vahyeder. O esnada Arş’ta büyük bir zincirin şiddetle mermere vurulmasını andırır bir ses yankılanır. Bunu işiten gök ehli, yüzüstü kapanıp secdeye eder ya da bayılırlar. Başını ilk kaldıran Cebrail olur. Sonra melekler Cebrail’e sorarlar: “Ey Cebrail! Rabbimiz ne buyurdu?” Cebrail şu cevabı verir: “Rabbimiz Hakk dedi”. Bütün melekler Cebrail’in bu söylediğini tekrar ederler ve Rabb’in emrini yazmaya başlarlar (sayfalarca). Böylece emir Allah’ın emrettiği yere kadar iletilir.” Ve bu her seferinde böyle olurmuş. Yani Allah her emir verdiğinde Arş’ta aynı ses yankılanır, melekler Cebrail’e (a.s.) her sorduklarında, Cebrail (a.s.) hep aynı şeyi söyler (Hak), melekler de o sözden her seferinde başka başka olan Allah’ın bu sözle ne kast ve murad ettiğine dair sahifeleri yazarlarmış…
Bütün bu örneklerin ardından şimdi asıl konumuza geçebiliriz: Seviye. Ve seviyelerimizin neden hep yerinde saydığı… Düşünüyorum Da; (pek çoğumuz gibi) biz (de) senelerdir çeşitli meclislere devam ediyoruz. Orada bize Allah ve rızası anlatılıyor. Anlatılıyor. Anlatılıyor… Anlamıyoruz. Daha doğrusu; anlamıyorum. Bize ders öyle “Allah” “La ilahe illallah” “Hak” gibi idrakte yüksek seviyede olanlara anlatıldığı gibi anlatıldığından değil. Bilakis; gayet vasat olan bizim seviyemize göre basitleştirilmesine rağmen. Tamam: Seviye düşük. Ondan. Ama bu seviye düşüklüğünün bazı sebepleri var. O yüzden diyemeyiz ki “Kardeşim! Anlamıyorum. Anlayacağım dilde anlat.” Çünkü zaten öyle yapılıyor. Peygamberler başta olmak hemen bütün Allah dostlarının ortak özelliğidir: Mesajı muhatabın seviyesine göre verirler. Mesela; yukarıdaki örnekte zat, muhatabının anlayışı çok yüksek olduğu için, açıklamayı da ona göre yapmış, muhatap anlamış, olayı sonradan dinleyen bizlerse “Hadi yaa!” demekten başka hiçbir şey yapamamışızdır.
Bizim sorunumuz; seviyemizi yükseltemememiz. Bunun sebebi ise zaten aslında bizim düşük idrakimize göre olabildiğince basit anlatılan o yüksek bilgiyi (çoğul manada) bir türlü uygulama rahmetine (yazımda hata yok) katlanamamamız. Yani iş yine takvaya, yani iş yine sorumluluğumuzun gereğini yerine getirmeye gelip dayanıyor. Biraz daha açacak olursak: Allah diyor ki “sorumluluğunun gereğini yerine getirene, yerlerin ve göklerin kapılarını bereket olarak açarım” (Araf 96, Talak 2-3)
Madem öyle; sormak gerek: Nedir bilginin sorumluluğu? Bence uygulamak! Edindiğimiz bilgileri uygulamadığımız için bereketini de göremiyoruz. O yüzden; ne maneviyatta ne idrakte gelişme olmuyor. Hani Peygamber Efendimiz “Faydasız ilimden, yükseltmeyen amelden ve kabul olunmayan duadan sana sığınırım ya Rabbi” diyor ya… Faydasız ilim dediği işte tam olarak bu: Uygulanmayan bilgi. İşte ondan bende çok var. O yüzden sözden anlamıyorum bir türlü. Cümleden; sayfa sayfa cümlelerden anlıyorum ancak…
Sorunu tespit ettiğimize göre artık çözüm için yapmamız gerekenleri “uygulamanın” da vakti demektir. Cümleten kolay gelsin…
Bu arada yukarıdaki Cebrail (a.s.) ile ilgili hadisi mealen anlattım. (Hadisin orijinal metnini görmek isteyenler bkz: İbn Ebu Hatim, Taberani, Elbani Ahadisussahiha: 1293.)