Sedat Albayrak
Sadeleştirmeye başvurulacaksa usulü konusuda kıymetli edebiyatçılarımızın değerlendirmelerine ihtiyaç var. Bizi yakinen ilgilendiren yönüyle eğer kaynak eser dediğimiz ümmetin sürekli beslenerek hisselendiği eserlerin dili bugüne ‘uyarlanacaksa’ esas metinle birlikte neşir daha sıhhatli olacaktır.
önem dönem gündemimize gelen güzel tartışmalar olması sevindirici. Mesela son günlerde ‘İslam düşüncesi bir medeniyet tasavvurunu zorunlu kılar mı?’ tartışması tekrarlandı. Yine aynı şekilde ‘Dinde müsamahanın sınırı’ bahsi Ramazan ayını süslemişti. Popüler tarih programları da kendince, inkar edilmez bazı güzel vazifeler görüyor, cumhuriyet nesillerinin öğrenme olasılığının bile olmadığı mevzular sabahlara kadar tartışılıyor. Maziyi zihinlerde tazeliyor. Düşünüp araştırıp karara varmak ise her ferdin kendi mükellefiyetinde. 2012’nin ilk günlerinden bu yana ise nur topu gibi bir sadeleştirme tartışmamız oldu ve konu sıcaklığını koruyor. Aslında bu tartışmayı başlatanlar bilinçli; yani ilkin meşhur bir yayınevi Bediüzzaman Said Nursî’nin Lemalar adlı eserini sadeleştirerek yayınladı. Muhalefet edecekler karşı çıktı, kızdı, bazıları saydı, döktü. Sahip çıkacak olanlar faaliyetin ehemmiyetini anlattı, müdaafa etti ve devamına işaret etti. Özetle böyle. Burada taraflar yok, güzel dayanağı olanlar maslahatlarını söylediler. Terbiye perdesine takılanlar mevzuu dışı. Biz de meseleyi çok sade bir şekilde değerlendirme gereği duyduk.
Nurların neşredilmeye başlanması ilk dönem eserlerini hesaba katarsak bir asrı aştı. Bunun ilk yarısı Üstad’ın sağlığında geçti. Bediüzzaman Arapça eserlerinin tercüme edilmesinini bizzat kendisi istedi, bu süreç zarfında yeni risalelerinde çoğu zaman daha fazla kimsenin anlayabileceği bir dil kullandı. Fakat şurası çok açık ki “dil tahribatı” projesine mutabık hareket etmeyerek yeni mekteplerde lisanları kuşlaşmış olan nesillerin kolaylıkla anlayacağı bir dil de kullanmadı. Mamafih kimi zaman kendisini ziyarete gelen gençlere daha basit bir dille nasihat etti. Gençlik Rehberi de bu neviden bir eser olarak kabul edilebilir. Hatta çocuklara hitabı vardır ki dinlenmeye değer. Mukaddesatın lisanın içine sinmiş olduğunu bildiği için kelimelerden vazgeçmedi fakat latin harflerini de inkar etmedi. Herkesler için Nurların bu harflerle neşrini teşvik etti. Aynı zamanda İslâm harflerine de sahip çıkılması adına bazı tavsiyelerine mutabık kimi mahfillerde nurlar eski harflerle de okunup tetkik edilmektedir.
Cemil Meriç, Risalelerle ilgili bir mülakatında medrese dilinden yakınır. Kamus namustur diyen mütefekkirimiz bu dili nurların esas kıymetinin idrakinde bir engel olarak görür. Halbuki çok uzak olmayan bir devreye kadar ahalimiz bile medrese mahsulü olan Muhammediye’yi, Nimet’ülİslam’ı, Kısas’ül-Enbia’yı, Mevlid-i Şerif’i çok rahat anlayıp, histe derinleşebilmekteydi. Bugün bu kıymetli eserler edebi metinler dersinin ağdalılarından.
XIX. asırdan XX. asra tevarüs eden “Kur’an tercümesi” tartışmalarında da endişeler suistimal yahut yanlış anlaşılma etrafında toplanıyordu. Doğrusu bugün bu endişeleri haklı çıkaranlar hiç az olmamakla birlikte meselenin, iyi niyetlilerin arzusuna yakın tezahür ettiği aşikar. Kur’an-ı Kerim’in güzel hazırlanan birçok Meal’i bulunduğu gibi aslına başvurmaktan hiç vazgeçilmiş değildir.
Güncel tartışmalar mevhum kaygılara kurban edilmeden evvel herkesin bildiğini zaten okuğu bir devirde tamir edici davranmak tek çıkar yol. Halihazırda yıllardır çok farklı meşrepten ve meslekten kimseler binbir kıymetli eseri sadeleştirdi, Fransız kalanlar “Türkçeleştirdi”. Çalışmalar arasında İsmail Kara Hoca’nın Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi adlı ansiklopedik eserinin ilk iki cildi gibi ilmî sadeleştirmeler olduğu gibi zaten güzelliği sadeliğinde olan Refik Halit Karay’ı “Türkçeleştiren” de çıktı. Burada maksadım “evvel yoğ idi yeni çıktı” deyip emeği ve asarı yadırgamak değil. Sadece bir imla düzeni gibi sadeleştirme usulünün de oluşamayıp ideolojiye göre esas müellife sadakat ölçüsünün tezahür etmesinden rahatsızlığımı arz etmek. ‘Türkçenin Sırları’nda Nihat Sami Banarlı hocamız kabullenmediği nice kelimeden şikayet eder, bugün her biri anne lisanına dökülen bu kelimelerden vazgeçmek ne mümkün. Fakat bize emanet olan Kur’an kelimelerine dert namzedleri olarak sahip çıkma zorunluluğumuz bu zeminde defaatle dillendirilmişti.
Sadeleştirmeye başvurulacaksa usulü konusuda kıymetli edebiyatçılarımızın değerlendirmelerine ihtiyaç var. Bizi yakinen ilgilendiren yönüyle eğer kaynak eser dediğimiz ümmetin sürekli beslenerek hisselendiği eserlerin dili bugüne ‘uyarlanacaksa’ esas metinle birlikte neşir daha sıhhatli olacaktır. Sayfa altı lügatli yayınlar yine istifadeye açık, parantez içi veya dipnotlu açıklamalar, şerhler asıl metinten kopmadan anlamaya yardım etmekte. Fakat sadeleştirilmiş olduğu bile yazılmadan yaptım oldu metinleri ise zaten katur kutur, yutulmaz cinsten kalmakta.
Sonsöz olarak piyasada çokça dolaşan Safahat’in “Özgün Diliyle ve Günümüz Türkçesiyle İki Dilli Basım” adlı sadeleştirmesinden iktibas yapalım. Safahat’in henüz ilk kitabının ilk şiiri olan ve şaheser olarak kabul edebileceğimiz Fatih Camii’nin ilk beyti şöyledir: “Yatarken yerde ilhâdıyla haşrolmuş sefîl efkâr/ Yarıp edvârı yükselmiş bu müdhiş heykel-i ikrâr” mezkur kitabı hazırlayan sözlük vasıtasıyla şöyle bir mana verir: “Yatarken yerde, zulmüyle kaynamış alçak düşünceler/ Yarıp duvarları, yükselmiş bu korkunç kabul heykeli”. Devirleri “duvarlar” olarak anlandırdıktan sonra imanın mücessem hale gelmesini “kabul heykeli” gibi garabet bir şekilde tanımlayan bu sadelikle dimağların sönmesi şaşılacak hadise değil. Galiba tenkidimiz anlaşılmadı. Sözün sadesi; ehliyet ve sadakat şart.
Kamus namustur.