
Kâmil bir mü’min, gönül insanıdır. Merhamet ve diğergâmlık, onun en belirgin vasfı ve tabiat-i asliyesidir. Merhamet, mü’minin kalbinde hiç sönmeyen bir ateş gibidir. İnsan rûhunun ulaşabileceği olgunluk zirvesine çıkışın yolu, merhamet ve hizmet basamaklarından geçmektedir. Merhamet, îmânımızın bu âlemde şâhidi olan ve bizi kalben Rabbimize yaklaştıran ilâhî bir cevherdir.
Hizmet ehli, Cenâb-ı Hakk’ın Rahmân ve Rahîm esmâsını gereği gibi tefekkür ederek, hizmet verdiği mahlûkâta karşı şefkat ve merhameti esas almalıdır. Zira hizmet, merhamet işidir. Bütün güzellikler, merhamet, şefkat ve tevâzû ile yapılan hizmetlerin neticesinde elde edilir. Merhametin en belirgin alâmeti infaktır. Bu bakımdan hizmet ehli aynı zamanda cömert olmalıdır. Zira yüksek ahlâkî vasıflar, birbirini tamamlar. Merhametli insan cömert, cömert insan mütevâzı, mütevâzı insan ise gerçek hizmet ehli olur.
Peygamber Efendimiz (s.a.v):
“Allah Teâlâ cömerttir, ihsan sahibidir; cömertliği sever. Yine O, güzel ahlâkı sever…” buyurmuştur. (Süyûtî, el-Câmi, I, 60; Tirmizî, Edeb, 41/2799)
Buna mukâbil kötü ahlâk ve çirkin vasıflar da birbirine bağlıdır. Merhamet ve şefkat mahrumu bir insan cimridir. Cimri insan kibirli, kibirli insan da hizmetten uzaktır.
Güzel ahlâkın hizmette ne büyük bir tesir husûle getirdiğini gösteren şu misâl, ne kadar da ibretlidir:
Ramazân-ı Şerîf’te va’z u nasîhat için Erzurum’un bir köyüne dâvet edilen İbrahim Hakkı Hazretleri’ni alıp köye getirmek üzere, ücret karşılığında bu işleri yapan gayr-ı müslim bir hizmetçi, bir at ile gönderilmişti. Yola çıkıldı. Fakat binit bir tane olduğundan İbrahim Hakkı Hazretleri, Ömer bin Hattab’ın Kudüs’e giderken, kölesiyle nöbetleşe deveye binmesi husûsundaki ahlâk-ı hamîdesini tatbik etti. Gayr-ı müslim hizmetçi buna her ne kadar:
“–Köylüler bu durumu işitirlerse, beni azarlarlar; ücretimi de vermezler!” diye îtiraz ettiyse de, Hazret:
“–Evlâdım, son nefeste hâlimizin ne olacağı meçhul! Sen köylülerin seni azarlamasından endişe ediyorsun, ben ise Allâh’ın huzûrunda verilecek olan büyük hesaptan korkuyorum!..” buyurup ata binme işini sıraya koydu.
Hikmet-i ilâhî, tam köye girecekleri esnâda sıra hizmetçiye geldi. Köylülerden korkan adamcağız, hakkından ferâgat ettiğini belirterek, ata Hazret’in binmesini ısrarla istediyse de İbrahim Hakkı Hazretleri:
“–Sıra senindir!” dedi ve atın önünde yürüyerek köye girdi.
Halk bu hâli görünce, hemen hizmetçinin etrafını sardı ve:
“–Vay densiz! Gençliğine bakmadan ata kurulmuş, şu ak sakallı ihtiyar üstâdı yürütmektesin ha!” şeklinde sert ifâdelerle azarlamaya başladılar. İbrahim Hakkı Hazretleri meseleyi îzah edince azarlamaktan vazgeçtiler.
O sırada köylülerden biri hizmetçiye:
“–Be adam! Bu kadar fazîleti gördün ve yaşadın! Bâri müslüman ol!” dedi.
Hizmetçi, birkaç dakikalık sükûttan sonra oradakilere şu ibretli cevabı verdi:
“–Eğer sizin dîninize dâvet ediyorsanız, aslâ! Ama şu mübârek zâtın dînine dâvet ediyorsanız, o dîne daha yoldayken îmân ettim bile!..”
Engin gönüllü bir Hak dostu tarafından sergilenen bu misâl, bir hidâyet ve rahmet üslûbudur. İnsana, daha ziyâde onun özüne îtibâr ederek davranmak, bir mânâda yaratılana, Yaratan’ın nazarıyla bakabilmektir. Bunun için sâlih gönüller, insana, Allâh’ın yeryüzündeki “halîfe”si olduğu şuuruyla nazar ederler. Ve yine ona ilâhî bir sır üflendiğinin idrâkiyle yaklaşırlar (Bkz. Hicr Sûresi, 29). Onlar, günahlarla ne kadar kirlenmiş bulunursa bulunsun, özündeki mükemmelliğe bakarak günahkâra sırtlarını dönmezler. O sâlih zâtlar, insandan kolay kolay ümit kesmez, ayrıca onun da ümidini yitirmemesini sağlarlar.