
Sana bugün bir rüya anlatacağım.
Gözlerim açık, sabaha eriştim, ortalık aydınlandı ama ruhum hâlâ o rüyayı görüyor.
O rüya gözü açık da görülebilecek bir rüya çünkü.
Sen de böyle bir rüya görseydin benim gibi düşünebilirdin.
Sonra bizim rüyamız bu, senin, benim, hepimizin rüyası.
Yaşamayı, gönlündeki derdi ve aşkı çoğaltmak olarak anlayanların rüyası…
Bir ışık tayfının ortasında yürüyormuşuz hep beraber. Önümüz ışık, arkamız ışık, sağımız ışık, solumuz ışık. Kalplerimizden taşan ışık da cabası. Her birimizin ışığı birbirine karışmış durumda. Ama her birimizin ışığı her birimiz kadar farklı. Her birimizin ışığı, güneşi kıskandıracak kadar canlı…
Yürüyoruz hep beraber. Koşar gibi…
Geride kalanımız yok. Öne çıkanımız da…
Öne çıkanımızın ilave gayreti sanki geriye düşenimizin eksik çabasına sayılıyor.
Hızımız hep artıyor bu arada. Hiç durmuyor, hiç dinlenmiyoruz, çünkü ihtiyaç hissetmiyoruz.
Tam ortamıza İstanbul’u almışız. Kafilemizin yönü doğuya doğru…
Her vardığımız yeri aramıza katıyoruz.
Her geçtiğimiz yer zenginleşiyor bizimle. Bizi de zenginleştiriyor her menzil.
Bursa sağımıza ilişiyor mesela. Konya önümüzde. Urfa solumuzda.
Bir yanımıza Dicle’yi, diğer yanımıza Fırat’ı alıyor, Şam’a iniyoruz oradan.
Şam kalbimize ne kadar da yakın…
Işığımız şimdi daha parlak, daha keskin.
Bereketli topraklardan güneye doğru indikçe heyecanımız artıyor.
Peygamber topraklarını gördüğümüzde durup bir soluklanmamız gerekiyor.
Tıpkı dedelerimiz gibi manevi işaret bekliyoruz. Müsaade alıp girmek için…
Gece oluyor. Hepimiz huzura çıkıyoruz.
Gece uzuyor, gece değişiyor, gece ışıyor.
Bir kadife örtü oluyor gece…
Tenimiz, cildimiz, kalbimiz sanki kadife oluyor…
Işığımızın renginde değişmeler…
Medine oluyor, Mekke oluyoruz sanki.
Müsaade çıkıyor neden sonra.
“Bismillah” diyor, niyetleniyoruz; artık girebiliriz.
Kafile sanki yeniden doğuyor.
Kalplerimiz altın leğenlerde mi yıkanıyor?
Bilemediğimiz, farkında olmadığımız, anlayamadığımız işler…
Bize sadece durun denilmişti, duruyoruz.
Zaman geçiyor, duruyoruz.
Zaman duruyor, bekliyoruz.
Zaman bekliyor, oluyoruz.
Yüreğimizde titrek mum ışığı gibi bir sızı var:
“Lâyık olalım, lâyık olalım, lâyık olalım…”
Sonra nereden çıktığı belli olmayan bir ses kuşatıyor kalbimizi:
“Sözü kim götürür, sözü kim ulaştırır?”
Sanki ruhumuza işliyor bu çağrı…
Soru değil bu, bir liyakat belgesi aslında…
Bu sözü duyan duramaz artık.
Durmak güzel ama gitmek daha güzel bu sözle…
Bu sözle doğrulmak, bu söz olmak, bu sözle yeniden var olmak, bu sözle gidip dönmemek daha güzel…
Kimse kalayım derdine düşmüyor.
Herkeste bir telaş: Hemen, acilen, şimdi gitmeliyiz.
Bir an önce gitmeliyiz, bir an önce yola düşmeliyiz.
Sözü taşımalı, sözü götürmeli, sözü iletmeliyiz.
Dönüş yolumuz yok yollarımız var artık.
Her birimiz bir kol başı oluyor farklı yönlere akıyoruz.
Farklı yönleri toparlayıp tek bir veçhe kılmak amaç, bunu biliyoruz.
Bir söz emaneti var üzerimizde, sözümüzü ulaştırmanın derdini taşıyoruz.
Biz başka bir şey için değil tam da bunun için yaşıyoruz.
Bir kafilemiz Hindistan’a akıyor, bir kafilemiz Türkistan’a…
Bir kafilemiz Çin’e, bir kafilemiz Maçin’e…
Bir kafilemiz Afrika’ya, bir kafilemiz Avrupa’ya…
Bir kafilemiz Amerika’ya, bir kafilemiz Avustralya’ya…
Bir kafilemiz güneye akıyor, bir kafilemiz kuzeye…
İki doğu da bizim diyoruz, iki batı da…
Nereye yönelsek orası bizim oluyor aslında.
Nereye yönelsek oraya himmet akıyor, nispet akıyor.
Nereye yönelsek orada bize bir nur bakıyor; daha evvel gelenlerin nuru bu…
Nereye gitsek kendimizi orada bekler buluyoruz.
Nereye gitsek orası içimizde…
Gittiğimiz yer diriliyor. Evvela biz oluyoruz ama dirilen.
Diriltsin diye gönderiyorlar bizi, dirilen önce biz oluyoruz.
Ruhumuzun rüyası bu…
Uyanıkken gördüğümüz bir rüya…
Sen de varsın bu rüyada…
Yaşamayı, gönlündeki derdi ve aşkı çoğaltmak olarak anlayan herkes bu rüyada…