Esasen tasavvufî eğitimin temelini, Allah Resulünün ilmine, hâline ve duygularına vâris olan bir mürşid-i kâmil vasıtasıyla, gerçek insân-ı kâmil olan Fahr-i Kâinât –sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin hâliyle hâllenmek oluşturur.
Rabbânî terbiye sisteminde, Allah Teâlâ’nın kendisini elçi olarak seçtiği peygamberler, merkezî bir role sahiptirler. Onlar, Allah adına beşeriyeti bilgilendiren, yönlendiren, terbiye ve tezkiye eden (arındırıp geliştiren) müstesnâ örnekler ve önderlerdir. Onların örnekliği ve önderliği, kendi arzularıyla ortaya çıkmak suretiyle değil, Allah tarafından seçilme, terbiye edilme, yetiştirilme, vazifelendirilme ve beşeriyete takdim edilme şeklindedir. Bu itibarla Allah’ın istediği ve râzı olduğu şahsiyet kalitesine yükselebilmek, -çok özel istisnâlar hariç1- bu örneklik ve önderlik olmadan mümkün değildir.
Tarih boyunca insanların peygamberlere bakış açısı, kendi terbiyelerinin sonuçları bakımından belirleyici olmuştur. Kimileri böyle bir örnekliği ve önderliği daha başından kabul etmemişler ve kendi nefislerinin arzuları içinde bir hayat sürmeyi tercih etmişlerdir. Böyleleri hakkında Kur’ân-ı Kerim “en sapık kimseler” tespitini yapmıştır (Kasas Sûresi, 50). Zira nefis (insanın özbenliği), ilâhî rahmetten nasip almayacak olursa insana var gücüyle kötülüğü emreden bir yapıda yaratılmıştır (Yusuf Sûreesi, 53). Kendi hayatında peygamberi devre dışı bırakmak demek, Allah Teâlâ’nın beşeriyeti hamlıktan kurtaracak mesajlarından ve uzman terbiyecilerin rehberliğinden mahrûmiyet demektir. Zira peygamberlere yüklenilen misyon, hem ilâhî mesajları tebliğ, hem de terbiyedir. Nitekim bu büyük nimete âyet-i kerimede şöyle dikkat çekilir:
“Andolsun, Allah, mü’minlere kendi içlerinden; onlara âyetlerini okuyan, onları arıtıp tertemiz yapan, onlara kitap ve hikmeti öğreten bir peygamber göndermekle büyük bir lütufta bulunmuştur. Oysa onlar, daha önce apaçık bir sapıklık içinde idiler.” (Âl-i İmrân Sûresi, 164)
Kimileri de peygamberi sadece ilâhî mesajları tebliğle görevli kabul edip, onun terbiye/tezkiye yönüne ehemmiyet vermemişlerdir. Böyleleri de Allah’ın razı olacağı bir şahsiyet kalitesine yükselemeyecektir. Zira Kur’ân’ın mesajlarının doğru anlaşılmasında, hayata intikalinde ve nasıl yaşanacağının gösterilmesinde, peygamberin örnekliğine ve önderliğine ihtiyaç zaruridir. Bugün bazı kimselerin çıkıp “bize Kur’an yeter” diyerek peygambere karşı müstağni duruş sergilemesi, hem cehâletlerinin ilanı, hem de mahrûmiyetlerinin nişânı gibidir. Zira kulluğun ve insâniyet kalitesinin muallim ve üstadı olan peygamberle buluşmamak, ancak o kişinin mahrûmiyeti ya da cehâleti ile izah edilebilecektir.
İnsanın bir şeyi öğrenmesi, benimsemesi ve nihâyet yaşaması, çoğu zaman taklitle başlar ve zamanla tahkike (işin hakikatine) erişir. Örneğini ve önderliğini görüp hissetmediği ahlâk ve davranışların, kişiliğe giydirilmesi ve hazmettirilmesi oldukça zordur. İşte peygamberlerin en önemli fonksiyonlarından biri de bu alanda devreye girmektedir. Onlar Rablerinin husûsî terbiyesine mazhar olduklarından, terbiye ve şahsiyet bakımından en yüksek kalitenin temsilcileri olmuşlardır. Nitekim Resûl-i Ekrem –sallallahu aleyhi ve selem- Efendimizi mü’minlere takdîm ederken Rabbimiz şöyle buyurur:
“Andolsun, Allah’ın Resûlünde sizin için; Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı uman, Allah’ı çok zikreden kimseler için (uyulacak) güzel bir örnek vardır.” (Ahzâb Sûresi, 21)
Rabbânî terbiyede sünnetullah (Allah’ın genel kanunu) diye ifade edebileceğimiz temel esaslardan biri de şudur ki: İşlenmemiş ve terbiye görmemiş ham insanı, kâmil yani olgun insan kıvamına eriştirmek için bir insan-ı kâmile ihtiyaç vardır. Zira Yüce Allah, genel bir kanunu olarak insanı insanla eğitmekte ve yüceltmektedir.
İslâm kültüründe mutlak mânâda “insân-ı kâmil” denilince Fahr-i Kâinât olan peygamberimiz kastedilir. Ona yakınlık ve onunla bütünleşme ölçüsünde, gerçek âlim ve ârifl ere de “insân-ı kâmil” denilebilir.
İşte şahsiyetini kemâle erdirmek isteyen kimselerin, bu kemâl ufkuna yakınlaşmak ve onun şahsiyetinden kendi şahsiyetine transfer gerçekleştirmek için güçlü bir ülfet ve muhabbete ihtiyaçları vardır. Zira benzeşmek ve olgunlaşmak, sadece zâhirde (dış şekilde) gerçekleşirse, bu gerçek anlamda bütünleşme demek değildir. Bâtında da yani fikir ve gönül dünyasında da aynîleşme yolunda mesafe kat etmek gerekmektedir. Bu ise muhabbete dayalı bir ülfet neticesinde oluşabilecektir. Nitekim hadis-i şerifl erde, bir kimse Allah Resûlünü canından bile fazla sevmedikçe gerçek bir mümin kıvamına ulaşamayacağına işâret edilmiştir.
Şahsiyetler arası aynîleşme sürecinin hızlı ve sıhhatli bir şekilde gerçekleşmesinde muhabbetin olmazsa olmaz bir tesiri olduğu muhakkaktır. Birbirini canı gönülden seven iki kimsenin zamanla fizik yapılarında bile bir benzerlik oluştuğu çok rastlanan bir durumdur. İşte bu sebepledir ki, şahsiyet eğitim mektepleri diyebileceğimiz sûfî tarikatlarda, mürid ile mürşid arasındaki muhabbet rabıtasına büyük ehemmiyet verilmiş ve bu hâl gerçekleşmeden in’ikas ve insibağ diye ifade ettikleri şahsiyet aktarımının tam olarak gerçekleşemeyeceği üzerinde durulmuştur.
Esasen tasavvufî eğitimin temelini, Allah Resulünün ilmine, hâline ve duygularına vâris olan bir mürşid-i kâmil vasıtasıyla, gerçek insân-ı kâmil olan Fahr-i Kâinât –sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin hâliyle hâllenmek oluşturur. Bu yönüyle mürşidler, bir anlamda ham insan ile kâmil insan arasında bir köprü vazifesi görmektedirler.
Netice olarak, ilâhî bir terbiye sürecinde yüksek bir şahsiyet kıvamına ve Allah katında şerefli bir makama nail olmak için, Allah Resûlü hakkında sıhhatli bir bakış açısına sahip olmak ve dahası onunla tam bir ülfet peyda etmek zaruridir. Terbiye sürecinde Allah Resûlüne yolu uğramayan kimsenin, kemâl/olgunluk ufuklarına kanat açması asla düşünülemeyecektir.
1. Zira Rabbimiz dilerse, herhangi bir kulunu çok daha özel yollarla terbiye edip arındırabilir ve geliştirebilir.