
Scooby Doo’dan öğrendiğim bir şey varsa; o da: Hayattaki bütün kötülüklerin arkasında aç gözlü emlakçıların olduğudur. Tasavvufta biz bu aç gözlü emlakçıya nefs diyoruz…
Geçen bir arkadaşımı, daha doğrusu dostumu aradım telefonla. Ankara’daydı. Yurt dışında üniversite okumak için Ankara bürokrasisiyle boğuşmaktaydı. Canı burnundaydı anlayacağınız. Aramızda şöyle bir hukuk vardır: Genellikle telefonu ilk açtığımızda sesimizi değiştirip, başka bir kişiymişiz gibi alakasız bir konudan giriş yapar, bu geyikten sonra ciddiye öner, asıl mevzuyu konuşuruz. Dışarıdan tuhaf göründüğünün farkındayım. Ama dediğim gibi: Dışarından. Neyse: Numarayı çevirdim. Bir iki çaldı. Sonra benim kanka açtı. Ben her zamanki laubaliliğimle –ki buna hakkım var- sesimi değiştirerek bir “Meraabaa” çektim. Daha konunun devamını getirmemiştim ki şöyle bir cümle kurdu: “Hacı! Bütün gece uyumadım. Sabahtan beri belgeleri almaya çalışıyorum. Pek müsait değilim.” Ben de: “Oluur.” dedim. “Hadi sonra görüşürüz.” dedim. Kapattım.
Neydi bu şimdi?! Bunu size niye anlattım?! Yoksa artık ben de; yayın kurulunda hep eleştirdiğimiz; günlüğünü dergide yayınlatmaya çalışan o ucuzcu tiplerden biri mi oldum?! Daha neler… Yok öyle bir element. Şundan dolayı anlatıyorum; çünkü genel bir yargıya varacağım. O yargı şu: Telefonu “Oluur. Hadi sonra görüşürüz.” diyerek kapattım ama ben bu işe bayağı bozuldum. Bozulmak doğru tanımlama değil. Hüzünlendim. Oysa ne temiz duygularla almıştım telefonu elime (Biraz dramatize edeyim. Okuyucu sever. Muhahaa :) İlk aklıma gelenler şunlar oldu: “Aşkolsuuun: İki dakkasını ayıramadı bize. Bi’de dostumuz olacak. İyi, biz de aramayız bir daha beyefendiyi. Zaten hep biz mi arayacağız, biraz da o arasın bakalım.” Bla bla bla… Hepimiz yaşamışızdır benzerlerini işte. Dostumuzla, arkadaşımızla değilse, nişanlımızla, eşimizle… Lakin biraz sakinleşip neden bu kadar üzüldüğümü, hüzünlendiğimi analiz edince; hiç ummadığım bir sonuçla karşılaştım: Az sonra!
“Minti sakızları nefesinizi temizler, gülüşünüzü ferahlatır. Minti naneli, Minti balkabaklı, Minti kara lahanalı… Çok yakında Minti ebegümecili. Minti sakızları! Bakkalınızdan ısrarla isteyiniz. Sadece seçkin bakkaliyelerde!...”
Sevginin Kibri
Bu kısa ara için özür dilerim. Şu sıralar paraya ihtiyacım var biraz. Ben de yazılarımın arasına reklam almakta buldum çareyi… Lütfi Bey çakmaz diye umuyorum. :) Neyse… Şimdi kaldığımız yerden: … Lakin biraz sakinleşip neden bu kadar üzüldüğümü, hüzünlendiğimi analiz edince; hiç ummadığım bir sonuçla karşılaştım: Aslında hiç de zannettiğim gibi: Seven kalpler hassas olur ya da insan sevdiğinden incinir durumu filan yoktu ortada. Söz konusu olan sadece sevginin kibriydi…
Yan yana gelmesi zor iki kavram gibi görünüyor. Hani sevgi tertemiz, kibir de bööyle… -Siz Türkler nasıl söylüyor?- nefsiii, sevgiyle yan yana gelemeyecek kadar sakil bir duygu ya… Öyle değil işte.
Çoğu zaman sevgimize, sevdiğimiz kişiden daha fazla değer veriyoruz. Bizim sevgimiz o kadar yüce ve değerli bir şey ki(!); bir kere, karşılığında en azından, karşımızdaki de bizi sevmekle başlamalı işe. Bunu bize borçlu. Çünkü niye? Biz onu sevmişiz ya. Sonra; biz onun hayatındaki herkesten ve her durumdan daha öncelikli olmalıyız. Çünkü niye? E sevgimizi lütfetmişiz ya!.. O kadar değerli ki bizim sevgimiz; sevdiğimiz kişi, onun uğruna her şeyden ve herkesten vazgeçilebilmeli, vazgeçebilmezse bile en azından en öncelik vermeli. Ayrıca karşımızdakinden her zaman, anbean; sevgi, ilgi, şefkat, anlayış… görmeliyiz. Çünkü bizim ona verdiğimiz şey onun bize vermesi zorunlu olan bütün bu sayılanlardan çok daha değerli. Sevmişiz ya. Hem de biz! Ne şeref(!)
Scooby Doo’dan öğrendiğim bir şey varsa; o da hâlâ ve sadece: Hayattaki bütün kötülüklerin arkasında aç gözlü emlakçıların olduğudur. Çünkü Amerikan yapımı bir çizgi filmden bundan daha derinlikli bir ders çıkmaz. Ama kendi deneyimlerimden öğrendiğim bir şey varsa; o da: Pek çoğumuzun sevgi sandığının; aslında kibirden başka bir olmadığıdır. Buna değmez…