Geçen yıl Ramazan ayının sonrası, yani Şevval ayının bir günü… Cumhuriyet altını, milletin aklını fikrini de yanına katıp almış başını gitmiş… Bütün varı yoğu 15-20 cumhuriyet altınından ibaret olan Ferdi’nin gözleri kuyumcu dükkanı gibi ışıl ışıl olmuş:
Geçen yıl Ramazan ayının sonrası, yani Şevval ayının bir günü… Cumhuriyet altını, milletin aklını fikrini de yanına katıp almış başını gitmiş…
Bütün varı yoğu 15-20 cumhuriyet altınından ibaret olan Ferdi’nin gözleri kuyumcu dükkanı gibi ışıl ışıl olmuş: “Anasını satayım yaşadık vallahi… Ben bu altınları bozdururum, sonra fiyat düşünce yeniden alırım, paranın belini kırarım!” diye garibim bayram etmektedir.
Altınları bozdurmakla aklını fikrini bozan bizimkisi başlar uygun bir sarraf aramaya. İstanbul’da sarraf bulması zor değildir; ama Ferdi büyük bir yatırım yapıyor ya, hâliyle her sarrafı beğenmez. Hem 15-20 altını bozdurması kolay mı? 2-3 tane değil ki bu! Bir tanıdıktan Kapalı Çarşı’da iyi bir sarrafın tarifini alır. Telefondaki şahıs dükkanı tarif eder:
“Çarşının kapısından girdin mi?”
“Girdim Abi!”
“Sola dön! Doğruca git…”
“Gidiyorum İsmail abi…”
“Bir kapı daha çıkacak karşına oradan da geç. Arasta gibi bir yere geldiysen oradan da sola dön…”
“Aynen dediğin gibi abi, bedestene benziyor…”
“Şimdi sağ tarafta, sepetinde lahmacun satan yaşlı bir teyzenin yanında geçeceksin.”
Haydaaa! Abi böyle tarif mi olur? Yaşlı bir teyzeyi merkez alıp yer mi tarif edilir! Ya teyze o gün hastalandıysa, sizlere ömür, ya vefat ettiyse! Bak bu gün de yok yerinde. Yatırımının tehlikeye düşmesi endişesiyle şaşıran Ferdi hemen telefonda yalvarmaya başlar.
“Abi burada teyze-meyze yok. Sen bana nereyi tarif ettin böyle? Burada portakal suyu satan bir adam var…
“Adamın karşısında merdivenler var mı?”
“Var..! İyi de abi..”
“Tamaam, o merdivenlerden çık…”
Ferdi daha fazla itiraz edemez, zira attığı her adımda, artık yerlerde sürünen yatırım hayallerini kırıp eziyormuş gibi hisseder kendisini. Çünkü buraya gelinceye kadar yol boyunca geçtiği sarraf dükkanlarının ışıltılı vitrinleri aklını başından almışken, şimdi girdiği eski arastada gördüğü eciş bücüş dükkanlarda, sanki Ferdi’nin talan edilen hayalleri yağmalanmaktadır.
“Burası ne böyle abi yaaa! Ben dar bir koridora geldim…”
“Tamam, güzel! Koridorun sonuna git ve soldaki dükkanın ziline bas!”
“İyi de burası…”
“Yürüüüü…”
“Buradaki dükkanlar ne abi böyle?”
“Zile baass!”
Ferdi zile basmak için tam elini uzatmışken, içeriden açılıverir kapı. Ferdi kapıdan içeri girerken başından aşağı bir kova dolusu buz gibi su boşalıverse, şaşkınlığın bu kadarını yaşayamayacaktır kesinlikle: Küçücük bir dükkan… Gözü kapalı getirseler, herhangi bir otobüs firmasının ufacık yazıhanelerinden birinde zannedersiniz kendinizi…
Hiçbir hayalperestin hülyası Ferdinin ki gibi iflas etmemiştir. Ferdi içinden lanetler eder: “İsmail abi de değil kabahat! Neden ben onun aklına uyup geldim ki! Şuna bak ya ben 20 altın bozduracağım, bu dükkanda bir kuyumcu terazisi bile yok! Allahım ben ne yaptım böyle yaaa!”
Ferdi ikinci şoku sarrafın karşılama merasiminde yaşar. Tevfik Bey ayağa kalkar, “Vay guzum hoş geldin Ferdi’m! Nasılsın kardeşim?” diye öylesine bir içtenlik ve samimiyetle karşılar ki… Ferdi bu yakınlaşmanın kafasında çaktığı zeka kıvılcımıyla şuna karar verir: “Ben de muhabbete gelmiştim zaten!” derim, biraz hoşbeşten sonra bir çay içer, altıncıklarımı bozdurmadan giderim. Heh heh hee…”
“İyilik sağlık be Tevfik ağabey.. Sizler nasılsınız?”
Tevfik Bey’in dostça karşılaması, hâl hatır sorması devam ederken, Ferdi’nin gözlerinin önünde cerayan edecek bir sonraki olay ona üçüncü ve son şoku yaşatır.
İçeri bir adam girer, elindeki uyduruk bir naylon torbadan, üç-dört parça altın çıkarır, masaya koyar. O sırada Tevfik Bey kasaya gider ve eliyle kabaca kavradığı dolar destelerini getirip masaya bırakır. Ferdi ne olup bittiğini anlamak için ördek yavrusu gibi bakınırken tek görebildiği: Dolarların tahminen yüzlük banknotlar hâlinde olduğu ve altın külçelerinin üzerinde tek okuyabildiği şey “1 kg.” yazısıdır.
Adam paraları saymadan siyah bir poşete koyup giderken, Tevfik Bey ise altınları tartmadan olduğu gibi kasaya alır. Bir an için elektrik gitmeyen Ferdi’nin beyin sisteminde bütün his ve düşünceler kısa bir inkıtaya uğrar. Daha sonra kendine geldiğinde ilk düşündüğü;
“Ne oluyor lan! İnsanlar burada tartmadan altın alıp saymadan para mı veriyor? Yoksa güvenlik kamerasıyla kamera şakası mı çekiyorlar bu dükkânda.”
Merakla etrafına bakınarak nasıl bir yere gelmiş olabileceğini anlamaya çalışan Ferdi’yi muhabbetiyle tekrar sarmalar Tevfik Bey:
“Ferdim guzum, bir şeyler içer misin? Meyve suyu al, bak arkanda buzdolabı var. Soğuktur, iyi gelir.”
Bu arada Tevfik Bey’in dükkânına bir adam daha gelir ve o da basit bir poşetin içinden birkaç külçe altın çıkarıp beş on deste dolar alıp çıkar gider. Ferdi böylelikle anlar, geldiği yerin ne menem bir yer olduğunu… Işıltılı vitrinlerle süslü sarraf dükkânlarında altın gram gram satılırken, İstanbul Altın Borsası’nda kiloyla altın alıp satan bir işyeridir bu küçücük dükkan. Bu sefer de bir aşağılık duygusu kaplar Ferdi’nin içini… Kendisini buraya gönderen abisine veryansın etmekte bulur tek çareyi:
“Yahu İsmail Ağabey sen ne biçim bir adamsın yahu ben anlayamadım gitti! Topu topu 150 gram altın bozduracak fukara, İstanbul Altın Borsası’na mı gönderilir? Ne garezin var bana?”
Mesnevide anlatılan, Mısır Sultanı’nın huzuruna çıkan bedevi gibi hisseder kendisini. Hani sarayının yakınından Nil nehri akan sultana hediye diye bir desti yağmur suyu götürür ya gariban… Ferdi’nin gönül destisinde böylesine duygu fırtınaları koparken, altın piyasasında kopan tufanın sesleri gelmektedir dışarıdan. Bu gün, İstanbul Altın Borsası’nın yaşadığı ender günlerden biridir ve dışarısı ana baba günüdür adeta.
Dükkânında oturan Tevfik Bey telefon vasıtasıyla dışarıdaki adamlarına ha bire talimatlar verir durur.
“Üç kilo al, iki kilo sat, dur bekle! Fiyat kaç oldu? Satma sakın, iptal et!”
Öyle ki kısa sürede Ferdi’nin varlığını unutuvermiştir. Arada bir başını kaldırıp bir iki hatır sorup tekrar altın alım satımına dönmek zorunda kalır Tevfik Bey. Böylece Ferdi, şu küçücük dükkândaki kendi varlığını biraz daha fazlalıkmış gibi hissetmeye başlar. Sanki 24 ayar tenekeymiş gibi…
“Bari hemen altınları bozdurayım da buradan usulünce sıvışayım…” diye düşünmeye başlar. O, gözünde pek büyüttüğü altıncıklarını Tevfik Bey’in tezgâhına koyar utana sıkıla.
Bir avuç bozuk para misali aldığı altınlara şöyle bir bakıp tezgâhın bir köşesine koyuveren Tevfik Bey, öylesine bir hatır sorgusu daha yapar:
“Ee guzum daha daha ne var ne yok? Anlat bakim..”
“Eh abi ben de Ramazan umresine gitmiştim işte, yeni geldim sayılır…”
Anlatacak konu bulmakta zorlanan Ferdi’nin hiç düşünmeden öylesine söyleyiverdiği bu cümle, sarraf dükkânında kopan altın fırtınasını dindiriverir birden. Altın piyasasındaki yükseliş ve düşüşlere ayak uydurabilmek için alım satım sancılarıyla kıvranan Tevfik Bey sanki birden dünya değiştiri vermiştir. Hani Mevlânâ bir sarraf dükkanında semâya durmuş ya! Bizimki de tam öyle olmasa bile onun gibi bir şey işte! Tevfik Bey kollarını iki yana açıp:
“Vay, vay vaaay! Guzum benim! Hoş geldin safalar getirdin! Baştan söylesene sen şunu yahu!” deyip kalkıverir yerinden. Sabahtan beri altın fırtınasının dalgalarını aşmaya çalıştığı küçücük tekne misali tezgâhının başından ilk kez ayrılır ve Ferdi’ye sarılır. Bu sefer ki hakikaten bir başkadır doğrusu. Şimdi daha candan daha heveskâr sualler sormaya başlar. Kendi hasretini anlatır. Bu sene gitmek nasip olmadığı için hâlinde hissedilir bir burukluk vardır şimdi…
Ferdi için bu küçücük dükkân bir şaşkınlıklar diyarı hâlini almıştır. İçinden yine başlar veryansın etmeye:
“Yav mübarek adam! Geç şu tezgâhın başına… Allah Allaaahh! Dışarıda insanlar birbirini yiyor. Baksana şu telefondan akseden hay huyun feveranına… Al, sat, iptal et! Piyasayı takip et en azından, boş versene beni…”
Fakat Ferdi’nin içinden geçirdiği endişeler yersizdir. Zira Tevfik Bey, altın borsasında yüzde birlik-ikilik artışlardan kâr sağlayacağına, ahret borsasında yüzde binlik yatırımların peşine düşecek gözü ve gönlü açıklardandır.
Ferdi şimdi Tevfik Bey’in sarraf dükkânında geçer akçeyi, para edecek esas metaı buldu ya: “İstanbul Altın Borsasıymış peh! Bu dükkânda şimdi ahiret borsası tavan yaptı haydee!” der ve iki gönüldaş dünya meşgalesine “iptal” çekip başlarlar muhabbet “alım satımına”…
O gün dükkandan ayrıldıktan sonra ışıltılı sarraf dükkanlarının yanından bir kere daha geçerken Ferdi şunu düşünür:
“Bundan sonra ışıltılı, cafcaflı, göz alıcı ve aldatıcı süslü şeylere aldanmamaya ayrıca dikkat etmek lazım! Ne kadar iş görür ona bakmalı esasında. Ne gibi meselâ? Meselâ BMW Z3 mü gördün, PORSCHE mi gördün? Salla gitsin! Bir şehir züppesinin altında 5 saniyede 100 km. hıza ulaşmaktan başka bir işe yaramayan bu spor arabalardansa, bir laz uşağının altındaki bilmem kaç model TOFAŞ ticari taksi daha iyidir. Belki 100 km hıza 20 saniyede ulaşır; ama mevcudiyeti insanlık adına çok şey ifade eder… Zira insanların hizmetinde kullanılır, birkaç ailenin karnını doyurur!”
Bir de Ahret Borsası’nda işlem yapılmaya başlanınca, altının geçer akçe olmadığını anlamıştır?