Dükkanın önünden geçerken birlik, çaycı Veli Dede dua ediyor: Ya Rab zafer ver! Ya Rab zafer ver! Konaktan üç kişi dahil olunca, tekbir yükseliyor: Allahuekber! Çok uzaklara, çook uzaklara kaçan şeytana, “-Gördün mü, bak, seni yine yendim.” diyorsun.
Bir kez daha sarılırken küçük Zeynep’e, gözünden akanı neyledin Sâlih? Yüreğin yükselirken ses tellerine, onca hıçkırığı nasıl gizledin? Celile annenin eline bir kuru yaprak gibi düşen dudaklarını söylesene, bu mevsimin nesi çatlattı?
Görüyorum. Göz göze gelemediğin İsminaz’la bu kadar kalp kalbe de olmamıştın hiç. O’nun sele kapılmış gözleriyle yere yazdığı sevdanın ardından, göğe yükselttiğin başınla, görüyorum,
“-And”ım.. diyorsun…
Bu sabah ezanlar kısaydı hepten. Kış geliyor, ayaz kapıda, sen gidiyorsun. Sarılan, ısın diye bırakmıyor seni. Ele hizmet etmiş zayıf bedenin, ellerin içinde titrek duruyor. ‘Kıyafetin incedir oğul’ diyorlar,
“-Sobanın başından döndüm.” diyorsun.
Gülüyor gözlerin, yüzün gülüyor. Daha babandan bir haber yokken, babasından habersiz yavruna bakıyorsun, bir daha, bir daha… Taranmış saçlarına dalıp çıkan rüzgarla didişe didişe , el sallıyor sana. İçindeki boşluğa bir nefes verip, kimsenin duymadığı bir ses tonuyla,
“-Bu kapıdaki bir zamanlar, bendim.” diyorsun.
Dut altına oturmuş komşu teyzeler, bir bir evlatlarına selam yolluyor. “Oğlumu görmeden gelme sen e mi? Selam söyle, annen seni pek özlemiş de. Bayrağı düşürmesin, bizi merak etmesin.” Dükkanın önünden geçerken birlik, çaycı Veli Dede dua ediyor:Ya Rab zafer ver! Ya Rab zafer ver! Konaktan üç kişi dahil olunca, tekbir yükseliyor:Allahuekber! Çok uzaklara, çook uzaklara kaçan şeytana,
“-Gördün mü, bak, seni yine yendim.” diyorsun.
Memleket arkada, uzak kaldıkça, el ovuşturmalar, buharlı nefesler başlıyor. Burunlar artık üç işi birden yapıyor: Kızarıyor, akıyor, kader kokluyor. Zemheri dedikleri dost işi değil; zira görünmez sarkıtlarla teni okluyor. Ayaklarının donan parmak uçlarına hiç aldırmadan, yine kendi kendine,
“-Sanki bir ata bindim.” diyorsun.
Karargâhta ilk gece sabah olmuyor. Hazırlık, tâlim, gürültü ve iş çok; ama yemek yok, aş yok. Sabah namazından sonra herkesteki hâl, ayaktaki zekâret. Harput’tan Osman, Sivas’tan Mustafa, Palu’dan Cemil de olmasa tavşana kim gidecek? Kim pişirecek onları Vanlı Selim olmasa ve Urfalı İsmail? Sâhi bu adamlar, karda mı doğmuşlar ne! Hiç üşümüyorlar.. “-Sâlih, sen de ateşsin, korsun, harsın hadi!” diyorlar;
“-Öyleydim de, herhalde söndüm.” diyorsun.
Uyku bilmez kumandan, hazırlıklar bitince, topluyor yiğitleri. Bir Kur’an tilâveti, bir yanık yürek, bir kadife ses, ısıtınca ilkin donuk gözleri, buz tutmuş gözyaşları düşüyor yanaklardan. “-Geliyoruz Allah’ım! Sana geliyoruz! Ya dininin sancağı üzerinde dalgalanan toprakla canlı, yahut bu yolda yere düşmüş cansız bedenle, sana geliyoruz!” nidaları… Sen de bütün özünle dönüp Yüce Rabb’ine,
“-Tatlı canımı Sana, sundum” diyorsun.
Bir taarruz, bir ateş, bir fırtına ve soğuk; ve sağa sola uçan mermiler, bombalar canlar.. Ne Zeynep var akılda, ne İsminaz ne anne.. Ne de komşu kadınlar, ne de çelik çomak çocukluk, ayva, ceviz, kuru üzüm.. Akla gelen ya cennet, ya da cemâl.. “-Azığını şu dala asıp giden genç kimdi ki?” diye konuşan kuşalara çok uzaklardan bakıp, tebessümle,
“-Bendim.” diyorsun..
“-Allah ona nasip etse de, bizim hayalini bile kuramadığımız cennet ağaçlarının dalına konsa.” diyor o kuşlar,
“-Az sabırlı olun, neredeyse kondum.” diyorsun.
İncecik bir kumaşın içinde, patlamış postallarla, tükenmiş mermilerin tükenmez arzularla boğuştuğu bu kışın ortasında, bir kırılma başlıyor. Tüfeklerde bir atımlık aşkların daha kalmasına rağmen, mermisiz, barutsuz, bombasız, şarapnelsiz kırılmalar. Gelen karmaşık emirlerle tıkanıp kalan iman ordusunun cengaverleri, birbirlerine baka baka, anadan, atadan, evlad-ı yardan uzakta, bilinmedik dağlarda, tepelerde, bir bir hem de donarak ruhlarını teslim ediyor..
Sağa sola koşuşturup, fayda olmaya çalışsan da ne fayda! Sen de bir vakit sonra, evinizin kapısı çalıp da fakr-u zarurete getirilmiş bir kucak komşu odununu Zeynep’in sevinçle ocağa taşımaya çalışırken, Ocak’ın 15’inde, tâkatsiz kesilip, bir köşeye yığılıveriyorsun..
Sonra bakıyorsun, iki melek, patır patır patlamış kanlı, yaralı dudaklarının arasından, sıcak bir cennet şurubu içirmeye çalışıyor sana.. Bir üçüncü meleği görünce, çekiyorsun dudaklarını, anlıyorsun, tebessüm ediyorsun ve,
“-Kandım.” diyorsun.
Hâlid bin Velid’i getirmeye çalışıyorsun gözlerinin önüne. Hani, “-Harp meydanında çarpışırken şehid olamadım, getirin kılıcımı, bari ona dayanarak, ayakta ruhumu teslim edeyim!” diyen, Seyfullah’ı.. Sonra, göz ıslağındaki tebessümlerinle karşıladığın kutlu bir misafire bakar gibi bir edebe bürünüp,
“-Ben ne diye hayıflanayım Efendim? Dondum…” diyorsun.